25 Nisan 2021 Pazar

Beyaz Köle

Bölüm - 1

Yıllar geçerken kafamızda devamlı dolaşan, hani bir türlü gerçekleştiremediğimiz düşünceler vardır ya, başlayayım derken başlayamadığımız, hep üşendiğimiz düşünceler. İşte ben artık bu psikolojiden uzak, üşengeçliği ardında bırakmış, hafızamdaki kalıntıları kanca ile içeriden çıkarmaya başlamıştım.

Hayat, yalnızca rutin dışında yapılan şeylerin kalıntısıdır. Geriye dönüp bakın. Aklımızda kalan çoğu şey, rutin yaşamımız dışında yaptıklarımızdır. Bir de o yaşananlar zevk aldığımız şeyler ise gerçek yaşamın özeti budur. Aynı şekilde zamanın yavaş akması diye bir olgu da var. Düşünün iş yerinde geçen bir gününüzün hızını. Bir de insanların çok az olduğu sahil kasabasında geçen zamanı. İş yerinde akşamın nasıl olduğunu anlamazsınız ama o küçük kasabada geçirdiğiniz bir gün size sanki tüm yaşamınızı orada geçirmişsiniz gibi bir psikolojiye sokar.

En eski neyi hatırlıyorum bu hayatta? Bu sorunun cevabını bulabilmek için kafamı oldukça zorladım. Hayal meyal ilk televizyonumuzun eve gelmesi mi? Televizyonun yarattığı kalabalığı unutmak zaten imkansız. Millet eve uzaylı gelmiş gibi rutin ziyaretler yapardı. Halbuki daha doğru dürüst yayın bile yoktu. Cızırtılı, siyah beyaz görüntüyü yakalayabilmek için anteni doğru yöne çevirmek gerekirdi. Tabii yüksekte olmalı antenin monte edildiği yer, dolayısıyla antenin takıldığı yer hep çatı olurdu. Kırmızı kiremitler çatıya çıkanların ayakları altında kırılır, çatlar ama aşağıdakilere bu farkettirilmezdi. Bazen on on beş metreye varan direkler çatıya dikilir, ucuna da anten takılırdı. Evdeki televizyon ile çatıdaki arasında iletişim bağırarak sağlanırdı. Zar zor aramalar sonucu çıkan görüntü netse anten sabitlenir, aşağıya inilirdi. Sıkı bir rüzgar her şeyi altüst ederdi. Ne kadar sağlam bağlarsan bağla, çatıda o ince direkler üzerindeki antenler rüzgara dayanamaz dönerlerdi.

promo

Antenler alüminyum, içi boş, ince borulardan oluşurdu. Kolay değil çatılarda o koca antenleri monte etmek. Ne akla hizmetse her daire bir anten, hatta bazen iki anten dikerdi çatıya. Çocuk aklımla ne kadar yüksek anten diktilerse binanın tepesine bence en prestijli anten oydu. Çok yükseğe dikilen anten iyi mi çeker, televizyon net mi görünür hep bu sorular eskide kaldı. Bu anten borularının farklı ve tehlikeli bir işlevi daha vardı. Bunlar çocukların bir numaralı oyun aracıydı. İçine sarmaşıklarda yetişen yabani koruklar sığardı. Ağza atılan o tozlu topraklı taneler üfleyince borunun içinde hız kazanıp çok uzağa giderdi. Hedef o zamanlar tek tük yoldan geçen arabalardı. Hele arabanın penceresi de açıksa tüm konsantrasyon aracın şoförünü vurmak üzerine planlanmıştı. Çocuk aklımızla kaza olur korkusu yaşamazdık, yalnızca çok hızlı koşmak gerekirdi. Olur da aracın şoförü farkedip kovalamaya başlarsa, yakalandığın anda dayak yemek kaçınılmazdı. Sonrasında bu üflenen koruk tanelerine iğne takmaya başlandığında artık olayın boku çıktı. Kimden neyin intikamını alıyorduk? O zaman net bir fikrimiz yoktu.

Daha seksen ihtilali bile olmamıştı. Küçük ve denizsiz Ege kasabasında yaşam oldukça durgun akardı, çocuk dünyamda daha ne isterdim ki? Okul yakın, oyun için uçsuz bucaksız boş alanlar, ağaçlar, hayvanlar, yetmezse gidilecek çok yol, serinleyecek dere, çıkılacak çok tepe vardı.

Okuldan arkadaşım Hakan yine oyun oynadığımız bir gün yerdeki kocaman bir taş parçasını kaldırmaya çalışıyordu. Daha okulda öğrenmemiştik ama kaldıraç kavramı nasıl olduysa benim kafamda yer etmişti. Hakan'a, "Oğlum yerden şu dalı alsana, onu kullan taşı daha kolay kaldırırsın" dedim. Kan ter olmuş şekilde hala taşı kaldırmaya çalışıyordu. Anlamadı ne demek istediğimi. Ben de kaldıraç olayına çok takılmadan yardım ettim. İkimiz büyük taş parçasını oynatıp çevirmeyi başardık. Hedefe ulaşmıştık, sıcak havada taşın altında serinlemeye çalışan bir kara akrep ve daha olgunlaşmamış beyaz renkli yavru akrepler kendilerini korumak için hemen iğnelerini yukarı kaldırdı. Çocuk aklı işte. Akrep ile ne yapılır ki? Daha önceden çantalara diğer böcekleri yakalamak için koyulan küçük kavanozlar akrepleri eve götürmek için camdan koruma görevi yaptılar. Alıp bu akrepleri eve götürüp besleme fikri çok iyi fikir olmasa da denedik. Sonrası ise eve çok uzak bir noktaya götürülüp bırakılan akrepler. Akrepte olsalar onları öldürmek olmazdı, en iyisi yine doğaya salmaktı. Akrepler ile birlikte, yarıştırılan salyangozlar, sineklerin üzerine atlayan örümcekler, naylon torba ile yakalanan kara sinekler, tavuklara vermek için yakalanan çekirgeler gündelik oyunların hep canlı parçalarıydı.

Hem küçük bir yerleşim yerinde yaşamak hem de daha yönetimsel sorunlarını çözememiş, yurt dışına kapalı bir ülkenin vatandaşı olmak, çocuklukta köpeklerin, kuşların, böceklerin en eğlenceli oyuncaklar olmasını sağlıyordu. Bakkaldan alınan, içinden plastik oyuncak çıkan Tipitip veya Minti marka sakızlar en büyük lükstü. Biraz daha zorlasan dandik bir gofret, leblebi tozu bulma imkanı da vardı. Hacca gidenlerin getirdiği, yanındaki tuşa bastıkça farklı fotoğraflar gösteren küçücük mercekli oyuncaklar ve daha piyasaya yeni çıkmış LED ekranlı saatler. Bu saatler resmen devrimdi. Akrep yelkovan olmadan yalnızca simsiyah ekranda kırmızı renkte saat yazıyordu. Bir daha tuşa bastığında ise gün ve ayı gösteriyordu. Daha önce bu dijital saatleri yalnızca televizyonda bilim kurgu filmlerinde görmüştüm.

Film demişken, okuldan eve dönerken kapalı sinemanın önünden geçtiğimiz için zamanın seks filmleri furyasından bizde etkileniyorduk. Koca koca film afişleri yalnızca kadınların mahrem yerlerine konan küçük simsiyah bir yıldız ile kapatılıyor, ama afişler resmen bangır bangır sallanıyordu. Otomobillerde emniyet kemerinin olmadığı, yan aynanın olmadığı, çocukların kucakta en önde oturtulduğu günlerde bu afişler de nedense hiç acayip karşılanmıyordu. Erkek çocukların tamamen çıplak kadın vücudu ile ilk kez karşılaştıkları afişler işte hep bunlardı.

Top, o sihirli şey. Ne zordu sahip olmak. Bakkalda asılmış büyük bir file içinde satılan naylon toplar ile futbol oynamak çok da kolay değildi. Vurunca top ters dönüp geri kendi kalene bile gelirdi rüzgardan. Futbol topu bulmak ise imkansız gibi bir şey. Oynamaktan paramparça olmuş, içi dışına çıkmış bir futbol topu bulabilmek bile hazineydi. Vurunca gitmez, oraya buraya takılır ama olsun futbol topu ya oyna oynayabildiğin kadar. Kalabalıksak arsa da çift kale maç, az sayıda isek ya tek kale maç ya da Japon kale maç yapardık. Japon kale maçı da kim neresinden uydurdu ise acayip bir oyundu. Herkesin bir kalesi vardı. Kaleni korurken rakiplerine de gol atman lazım ki öne geçesin. Kalleşliğe açık, iki üç kişi olup devamlı aynı kişiye de atarsın golleri. Oyunda yenilen cezasız da kalmazdı. Maç başında kararlaştırılan ceza uygulanırdı. Cezalar saçma sapandı. Bazen herkesin eli sıra ile öptürülür, üç tur sahanın çevresinde koşturulur, aç ulan kıçını göster bile dersin. Ama hatırladığım en acayip ceza, inşaatın çatısına çık beline bir kazak bağla ve kırıta kırıta göbek at cezasıydı. Yapmasan olmaz, bir daha top oynatmazlar. Yapsan ayrı rezalet. İnşaatın yanından geçenler hayret içinde, bir çocuğun çatıya çıkıp göbek atmasını doğal olarak normal karşılamazdı.

Top oynamak için ucu bucağı görünmeyen arsalar bulurken doğayı doya doya yaşamayı da hiç unutmuyorduk. Yakınlardan geçen derelere yürümek, tepelere çıkmak, değişik otları koparıp yemek, ağaçlardan meyveleri koparıp, kaçmak, hatta abartıp tarlalardan karpuz koparıp kesip yemekten hepimiz çok zevk alırdık. Adrenalin tutkumuz ise trenlerin kül döktüğü çukur yerlere yatıp üzerimizden geçmelerini beklememiz ile maksimum seviyeye ulaşırdı. Nasıl oluyorsa ne bizi koruyorsa artık başımıza kolay kolay bir şey gelmezdi. Hayal kurmak bile gereksizdi. Çünkü çocukluğu dibine kadar yaşayabiliyorduk.

Sevmediğim şeylerde vardı. Hayvanlara karşı yapılan zulüm beni hep rahatsız etti. Özellikle o sapan var ya sapan! Küçücük kuşlar daha ne olduğunu anlamadan vurulup, ölürdü. Sonrasında küçücük etini yemeğe çalışırlardı. Zorla yedirmeye çalışanlar yüzünden kuş etinden tiksindim. Kediler, köpekler de eziyetlerden nasibini alırdı. En çok yapılan deney kedilerin hakikaten dört ayak üzerinde düşüp düşmediği ile ilgili olandı. Allahtan evler çok fazla katlı yapılmıyordu. Maksimum üç dört katlı evlerden yumuşak zemine düşen kedilere genelde bir şey olmuyordu. Belli bir müddet tavır alsalar bile acıktığı zaman yine yanaşmaya başlarlardı. Köpeklere eziyeti genelde insanlar değil belediyeler yapıyordu. Zehirli yiyecekler ile sanki köklerini kurutmaya yeminliydiler. Yiyecek verip sarıldığın, arkadaş olduğun köpeklerin ertesi gün evin önünde ölüsünü görmek bir çocuk için resmen travmaydı.

Bir sabah herkesin "İhtilal olmuş, İhtilal olmuş" konuşmaları ile uyandık. Hiç duymadığım bir kelimeydi. Çevredekilerin yüz ifadesi bir anda düştü gitti. Neydi bu ihtilal? Olmuştu olmasına da bizi nasıl etkiler, hiçbir fikrim yoktu. Evin balkonuna çıkınca sokakları sarmış askeri araçlar ve askerler sorunun cevabını vermeye başlamıştı. Sokakta siviller yok denecek kadar az, hatta hemen arkasından gelen sokağa çıkma yasağı ile tamamen görünmemeye başlamıştı. O ana kadar hiç görmediğimiz zırhlı araçlar, tanklar sokaklarda dolaşmaya başlamıştı. Silah sesleri çok yakınlardan geliyordu. Az çok ihtilalin iyi bir şey olmadığını anlamıştık. Sokağa kısa süreliğine ara vermiştik. Ama ihtilalin sokağa çıkma yasağını da ilk çocuklar bozdu. Boş sokaklar, caddeler hemen futbol sahasına dönüştü. Boş caddelerde futbol oynamanın dayanılmaz keyfi ihtilal hakkında olumsuz düşüncemizi kısa zamanda yok etmişti. Televizyonda devamlı üst düzey askerler açıklama yapıp duruyorlardı, gaza getirici kahramanlık şarkıları da yayınlanmaya başlamıştı. Televizyondan ne söylenirse ona inanmaya başladı tüm insanlar. Objektif haber alma şansı olmayan, yeniliklere kapalı, kendi içinde fakir bir ülkenin nispeten mutlu, farkındalıkları olmayan insanlarıydık biz. Otuz altı sene sonra yine karşılaşacaktık ihtilal kelimesi ile ama bu sefer başarılı olamayacaktı. İhtilal kelimesinin yanına bir de kalkışma kelimesi girecekti hayatımıza.

promo

Farkındalığı olmayan insanlar dünya nimetlerinden de çok yararlanamıyordu. Küçük bir şeker, sakız veya içinde portakal esansı konmuş basit bir gofret dışında abur cubur bulmak mümkün değildi. Evdeki musluktan su içerler, eski püskü tahta sandalyelerde oturup açık yazlık sinemalara giderlerdi. Mahalle aralarında çam ağaçları altındaki küçük parklar oturup sohbet edilen, beraber çekirdek yenilen, olmayan stresi yok eden yerlerdi. Düzenli elektrik kesintileri, gaz lambaları ışığında oturmak, tek kanal siyah beyaz televizyon izlemek, ara ara Yunan televizyon kanallarını cızırtılı da olsa izleyebilmek çok eğlenceliydi.

İhtilal sonrası parlamenter sistemin tekrar devreye girmesi ile seksenli yıllarda ülke deyim yerindeyse kabak çekirdeği gibi açılmaya başladı. Bulunamayan tüpler bulunmaya, yabancı sigaralar piyasaya düşmeye, kapitalist düzenin tüketimi arttırıcı çalışmaları artık kendini göstermeye başlamıştı. Ülke kabuğunu kırıp artık diğer ülkelere de yakınlaşmaya başladı. Daha önce "beginner" seviyenin üzerinde İngilizce konuşamayan insanlar, yavaş yavaş dil öğrenmeye ve yabancı kültürlere ilgi duymaya başladılar.

Eğitim sisteminde ailelerin ana hedefi çocuklarını ilkokul sonrası Anadolu Liseleri'ne ya da parasız yatılı okullarına sokabilmekti. Eski yerleşmiş yabancı özel okullar dışında özel okullar nerede ise yok denecek kadar azdı. Eğitim için çok fazla para ayırmak gerekmiyor, normal liselerden çıkan öğrencilerin de en iyi üniversiteleri kazanma şansları oluyordu. Dershane kültürü daha oluşmamış, özel ders almak çok yaygın değildi. On bir, on iki yaşındaki çocuklar evlerinden ayrılıp okuyabilmek için yurtlarda, bazen tanıdık yanında küçük yaşta hayatın gerçekleri ile karşılaşıyordu. Küçük bir ilçede eğitimin çok sağlıklı olmayacağı düşüncesi beni de etkiledi. Ortaokul çağında memleketimizin yani Karşıyaka yolları görünmüştü.

Daha ortaokul çağında ben Meydan Larousse'un kalın 12 cildini bitirmiştim. Resimsiz ve siyah beyaz yazılardan oluşması okumayı sıkıcı yapsa bile içindeki bilgiler öğrenmeye değerdi. Hepimiz genel kültürü oldukça iyi öğrencilerdik, ülkeleri, şehirleri, bayrakları, önemli tarihleri iyi bilirdik. Ortaokul, lise çağları insanların gerçek arkadaşlıkları, dostlukları yaşadıkları zamanlardı. Kavgalar, gürültüler, tartışmalar da çok olurdu, ama o yaşlarda kurulan dostluklar ömür boyu süren menfaatsiz ilişkilerin temeliydi.

Ortaokul çağında okula sabah erkenden gidip öğle arası dersler bitince çıkardık. Çıkardık ama okulun bahçesinde akşama kadar ardı ardına futbol maçı yapardık. Nizami olmayan saha, beton zemin, paslı demirler, patlak toplar bizi etkilemez daha da zevkli oynamamızı sağlardı. Maçların sonrasında eve giderken içtiğimiz turşu suyu ve bayatlamış kumruların verdiği tat unutulacak gibi değildi. Bardağa elimizi sokup içinde kalan lahana turşusu parçalarını almak, acı sos ile turşu suyunu kıpkırmızı içmek harikaydı.

Yamuk yumuk sahalarda futbol oynamak bir yere kadar. Hafta sonları gidip desteklediğimiz takımı izlemek gençliğe geçerken olmazlarımızdandı. Şehir kültürü olan takımların insanın içine işleyen güçlü duyguları ömür boyu kazanımdı gerçek taraftarlar için. O duygular insana işleyince artık başka renkler anlamsız olurdu. Kimileri uzakta gerçekleşen başarıları desteklemeyi daha kolay bulur, hiç gitmediği, görmediği bir yerin takımının yalnızca güçlü olmasından dolayı taraftarı olurdu. Yeşil-kırmızı renkler için hafta sonları binlerce kişi vapurla, arabalarla, otobüsler ile Karşıyaka'dan Alsancak Stadına taşınırdı. Eğer büyük maç varsa Atatürk Stadına. Oldum olası Atatürk Stadını sevmezdim, yeri nedense sapa gelirdi. Sanki orası bize daha uzaktı, soğuktu, büyüktü...

O yıllar dostluk, arkadaşlık zamanlarıydı. Aynı stadyumda sözde düşman takımlar arka arkaya lig maçı oynar, taraftarlar her iki takımı da beraber desteklerdi. Ütopik görünen bu durumun içinde ben de çok kez bulunmuştum. Olay çıktığını hiç hatırlamam. Maç çıkışında otostop çekip Karşıyaka'ya dönmek galipsek çok zevkli, mağlupsak eziyetti.

Radyo anlık bilgi alınabilecek en önemli kaynaktı. Maçlar parçalar halinde radyodan anlatılır, gol olunca hemen gol olan stadyuma bağlanılır, golün nasıl olduğu hakkında bilgi alınırdı. Arka arkaya bağlantılar ile gol haberlerini alırdık. Televizyon belli saatlerde özet görüntüler verirdi, zaten kanal sayısı çok az olduğu için spor programları için tercih edilen kanal genellikle TRT olurdu. Portatif radyolar maçları takip etmek, haber ve müzik dinlemek isteyenler yüzünden oldukça popülerdi. Kalem pille çalışan cebe sığabilenleri de vardı.

Akşamüstüleri ve hafta sonları Karşıyaka sahilinde yürümek en bilinen aktivitelerdendi. Hele çarşının girişine gelindiğinde eğer boş alan varsa demirlere dayanmak ve gelen geçeni izlemek gibisi yoktu. Hergele meydanında biraz dinlendikten sonra çarşının sonuna kadar gidip gelirdik. Hemen hemen yaşıtımız olan herkesi tanırdık. Kimine selam verir, kimine daha önceki bir kızgınlığımızdan dolayı vermezdik. Selam verilen ve yolda muhabbet edilen kişiler yaşanan ilişkilere göre zamanla değişirdi. Sahildeki yeni yapılmış apartmanlar ülkenin görüntüsünün çok ilerisinde ve moderndi. Şehir efsanesi midir bilmem, özellikle bazı devlet büyükleri Karşıyaka sahilini yabancı konuklarına gösterip ülkenin ne kader modern olduğunu kanıtlamaya çalışırlarmış.

Karşıyaka'nın eğitim ve kültür seviyesi her zaman yüksektir. O yüzden okuyan tüm çocukların muhakkak üniversite hayali vardı. Bu hayal zamanla Karşıyaka'nın gençlerinin yuvadan uçup, diğer şehirlere ya da diğer ülkelere gitmesine ve yerleşmesine neden oldu. Üniversite sınavında yanlış sorular yapmak hayatın sonu değildi. Yanlış soru çok olsa bile üniversiteye girmek mümkün olabiliyordu. Hem sınava giren sayısı çok fazla değildi hem de sorulan sorular yanlışlar yapmayı telafi edecek kadar zordu. Özel okulların çok fazla olmaması sınava giren öğrenciler arasında uçurumun çok fazla olmamasını sağlıyor, gerçekten zeki ve çalışkan olanlar aradan sıyrılıp parlıyordu.

Karşıyaka'da hemen her öğrencinin bir zaman uğradığı Büyük Dershane Bostanlı'da eğitim veriyordu. Yanında uçsuz bucaksız boş alan geleceğin Mavişehir'i olacaktı. Sonuçta daha küçüğüz, hem hafta içi hem de hafta sonu devamlı ders dinlemek zaman zaman bunaltıp bizim dershaneyi kırmamıza neden oluyordu. Uçsuz bucaksız bataklık alanı pelikan, flamingo, martılar ile doluydu. Onları izlemek, serin esen Bostanlı rüzgarını koklamak huzur bulmak için yeterliydi.

Hafta sonları Bostanlı Sakıpağa cebine azıcık harçlık koyabilen liseli gençlerin uğrak yeriydi. Kahve usulü masalar, güneş gelmesin diye gerilmiş renkli brandalar altında çay, kahve, kola içip yakındaki masaları kesmek gelenek gibiydi. Erkek nüfusu çoğunluk olunca kesilen masalar genellikle liseli kızların olduğu masalardı. Tabii hedef aynı masalar olunca delikanlılar arasında ara sıra gerginlik çıkması da olağandı. Saatlerce oturup muhabbet edildikten sonra Bostanlı, Karşıyaka İskele arası geleneksel yürüme turları başlardı. Harçlıktan kalan para olursa bir paket sigara alınır veya otlanılır, yol boyunca herkese göstere göstere içilirdi.

Karşıyaka genellikle şehir dışında eğitimine devam etmek ve dışarıya açılmak için terk edilir. Ayrılık sonrası ilk yıllar hemen hemen her hafta sonu veya on beş günde bir özleme dayanamayıp kısa ziyaretler yapılır. Karşıyaka'da geçirilen bir dakikanın bile önemi vardır. Zamanla bu ziyaretler azalır azalır... Memlekete geri dönüş gidenlerin aklından gitmeyen bir hayaldir, ama gerçekleşme ihtimali ise hayatın gerçekleri yüzünden gittikçe azalmaktadır. Karşıyaka, ekmek kazanmak için çok zor, harcamak için ise güzel yerdir. O yüzden hayaller emeklilik zamanına kadar ertelenir.

Karşıyaka'dan sonra okumak için gidilen şehirlerden Türkiye'de anca Ankara ve İstanbul istekleri karşılayabilirdi. Ankara'da denizin olmaması, durgun yapısı Karşıyakalıları belli bir zaman kendinde tutabiliyordu. Sonrası genellikle Ankara'yı terk etme ile sonuçlanırdı. İstanbul ise herkese kucak açan yapısı, bitmeyen ve her an sürprize açık hayatı, kendini sevdiren zorlukları, tarihi, güzellikleri, havası ile bağışıklık yapmaya başlar. Bunun yanında beyaz yakaların ekonomik olarak ihtiyaçlarını karşılayan ortamı sağlaması İstanbul'u alternatifsiz bırakır. İstanbul sonrası gidilecek yer ise ya Amerika'dır, ya Kanada'dır ya da İngiltere'dir. Fantazi yaşamak için Türkiye'de farklı şehirler, para ve lüks yaşam dışında başka olanak vermeyen diğer ülkeler de seçenek olarak değerlendirilir hayat kurmak isteyenler arasında.

İstanbul’a yerleşmeden önce çok kez ziyaret etmiş ve uzun süreli kalmış olmak büyük avantajdı benim için. İstanbul seksenli yıllarda daha dış semtlerini kendine katmamış, daha homojen bir yapıya sahipti. Öyle Beylikdüzü, Bahçeşehir, Çekmeköy falan yoktu. İstanbul'u tanımak için çok uzun yürüyüşler yapar, tarihi yerleri ve Boğaz kıyılarını gezer, arada eski Galata köprüsünün üstünden balık tutardım. Eski ama kendine has çekici bir yapısı vardı. Modern binalar ilk Ataköy civarında yapılmaya başlanmış, o yıllarda geliri yüksek olanlar prestij için genelde Ataköy civarında yaşamaya başlamıştı. Anadolu yakası benim için hala kafamda konumlandıramadığım bir yerdi. Çok fazla ayak basmazdım. Maç oldukça karşıya geçerdim. Sanki o yıllarda İstanbul yalnızca Avrupa yakasından ibaretti.

İnternet ve bilgisayar teknolojisi daha gelişmediğinden üniversite kayıtları çok uzun sürerdi. Sabah erken saatte başlayan kayıt işlemleri ertesi güne de sarkardı. Kayıt sırası genellikle yeni insanlar ile tanışılır, bol bol kuyruk üzeri sohbetler yapılırdı. Öğrencilerin yeni arkadaşlarını tanıdığı ve samimi olduğu ilk ortam bu kayıt kuyruklarıydı. O yıllarda Boğaziçi Üniversite'sine Türkiye'nin devlet okullarından, çeşitli şehirlerinden hatta kasabalarından bile gelebilen çok başarılı öğrenciler vardı. Bunların dışında lise çağlarında isimli liselerde okumuş genelde kendi aralarında takılan gruplar da vardı. Üniversite çağında lüks arabaları olan, okula yakın pahalı evlerde oturan ve akşamları evlerine gidip derslerini rahat rahat kendi odalarında güzel yemekler eşliğinde çalışanlarda ayrı bir grubu oluşturuyordu. Birbirlerini tanıyan gruplar genelde yurtta kalıyorlarsa aynı odayı kapatırlardı. Tanıdığı olmayanlar ise artık sıradan kim gelirse listeye arka arkaya yazılır odaya yerleştiğinde kalacağı arkadaşlarını tanırdı.

Güney kampüsteki yurtlarda, özellikle birinci yurtta, okulun ilk senelerinde kalmak pek mümkün değildi. Değişik bir kıdem sistemi ile tüm odalar sene başında resmen açık arttırmaya çıkar, kıdemi yüksek olanlar güzel odaları kapardı. Aslında odalar lüks falan değildi, ama eşsiz Boğaz manzarası odanın tüm konforsuzluğunu, ranzaların eskiliğini, izolasyon sorununu falan alıp götürürdü. Boru değil sabah uyanıyorsun pencereden baktığında karşında masmavi bir Boğaz, eşsiz güzellikte. Bahçedeki ağaç ve yeşil manzarası da cabası. İnsan Boğaziçi mezunu olsa bile kampüste yaşarken, yurtta kaldığı zamanlarda gördüğü Boğaz manzarasına sonraki yaşamında kolay kolay ulaşamıyor.

Güneyin bir de karşı tarafı kuzeyi var tabii. İlk sene bize de düşen kuzey kampüsteki yurt oldu haliyle. Bina nispeten yeni olsa da yirmi metre karelik küçücük tek pencereli odalarda sekiz kişi kalmak çok zevkli değildi. Hele daha önceden tanımadığın kişilerle kalmak. Farklı dünyalar, farklı görüşler, farklı kültürler hatta farklı ülkelerden gelenler sekiz kişilik odalarda beraber kalıyorlardı. Genç olmanın ve yeni üniversiteli olmanın sabrı ile aslında herkes iyi geçinmeye çalışıyordu. Odaya ilk gelen pencere tarafındaki ranzaları kapar, ufacık pencereye yakın olmanın avantajını yaşardı. Ranzada altta ya da üstte yatmanın avantajı dezavantajı vardı. Altta yatarsan tüm ranzanın çevresini battaniye ile kapar kendine küçücük bir yaşam alanı kurabilirsin. Üstte yatmak ise havadardır ama uyuyabilmek için odanın ışığının kapanmasını beklemek gerekir.

Sekiz kişi bir alanda olunca ister istemez gece yataktan yatağa muhabbetler olurdu. Yastık fırlatmalar, odanın ortasına koydukları küçücük masa üzerinde 3-5-8, king tarzı kağıt oyunları oynamak o günlerde modaydı. Bir nevi küçültülmüş kahveyi odanın içine kuruyorduk. Dolaplara üç beş pantolon ve birkaç gömlek anca sığabiliyordu. Alt kısmına da bir çift ayakkabı ve kitaplar, hemen dolup taşıyordu. Yine de dolapların darlığı o günlerde aklımıza bile gelmeyen bir sorundu.

Havalar ısınmaya başladığında hem güneydeki hem de kuzeydeki yurt odalarından su atma mevsimi başlamış demekti. Naylon torbalara veya balonlara doldurulan sular pencereden fırlamaya, aşağıdakileri ıslatmaya başlardı. Kuzey kampüsteki yurtta pencereler yansıma yapardı. 45 derece açı ile açık bırakılan pencerelerden gelen gideni pencerede görünmeden görebilirdik. En büyük zevkimiz bizi tanımasa da ismini bildiğimiz kişilere odadan seslenmek ve onların yan yana dizilmiş oda pencerelerine boş boş bakmalarını izlemekti. Bu şakadan nice profesörler, doktorlar, öğretim görevlileri nasibini almıştı.

Yurtta kalmak, yeni insanlar tanımak, farklı kültürler ile tanışmak, kendi başına ayakta kalabilmek için son derece yararlıydı. Seneler sonra yurtta koridorda karşılaştığınız arkadaşlarınızın değişik mevkilere gelmesi gurur verici duygulardı. Zevkli yanları olduğu gibi zor yanları da vardı. Seksenli yıllarda İstanbul'da yaşanan susuzluk problemi ne yazık ki yurtları da çok ciddi vuruyordu. Banyolarda sular çok ender akardı, hadi aktı diyelim. Sıcak akıyorsa çok büyük şanstı. Fırsat kollayıp o incecik akan su ile yıkanmak büyük nimetti. Susuzluk yıkanmayı zorlaştırdığı gibi tuvaletlerin hep leş gibi pis kokmasına ve kullanabilmek için farklı aerobik hareketlerini öğrenmemize sebep oluyordu.

İstanbul'a yağan en kuvvetli kar yağışının olduğu sene de bizim yurtta olduğumuz senelere denk geldi. Susuzluk büyük problemdi ama bu kar yağışı ile su boruları da uzun süreli donmuş, suyun akması tamamen kesilmişti. Mecburen kar küçük gaz tüpleri üzerinde tencerelerde eritilip genel ihtiyaçlar için kullanılıyordu. Okulun kantinlerinde yiyecek kalmamıştı, tedarik zorluğundan dolayı kantinlere sevkiyat yapılamıyordu. Küçük bir kraker, bisküvi bile bulunmuyordu. Yiyecek için bazen kilometrelerce yürümemiz gerekiyordu. Yollarda arabalar tepelerine kadar kar ile kaplı, yerlerinden oynatılamıyordu. Hisarüstü’nden yiyecek bulmak için çıkılan yol bazen Taksim'e kadar uzanıyordu. Yaklaşık 3 saatlik yürüyüş İstiklal Caddesinde güzel yemekler ile noktalanıyordu. İstiklal Caddesi sanki kar yağmamış gibi cıvıl cıvıl hayatı yaşamaya devam ediyordu. O ortamdan tekrar yürüyerek yurda dönmek sanki bahar mevsiminden kara kışa dönmek gibiydi.

Kar yağışının uzun günler sürmesi, günlerce kar kitlesinin yerden kalkmaması sonucu insanların yaşadığı ticari kayıplar ile birlikte öğrencilerin kayıpları da çok fazlaydı. Dönem boyunca istikrarlı ders yapılamadığı için çoğu öğrenci dersleri tekrar etmek zorunda kaldı. Özellikle İngilizce hazırlık sınıfı gibi yapılan her dersin çok önemli olduğu sınıflarda açıkların kapatılması mümkün olmadı.

Seksenli yılların sonunda fırsat bulduğumuzda gittiğimiz ana mekanlar Taksim ve Eminönü’ydü. Eminönü derken Tahtakale'yi kesinlikle atlamamak lazım. Tahtakale o yıllarda altın çağını yaşıyordu. En teknolojik cihazlar ilk oraya düşerdi. Yurt dışından gelen kaçak walkmanlar, radyolar, kokular, jiletler, oyuncaklar hep buradan alınırdı. Öğrenciler için en popüler eşya walkmandi. Walkman Sony'nin orijinal isimli ürünü olsa bile tüm taşınabilir kasetçalar cihazlar için kullanılan bir terimdi. Omuza devasa teypleri alıp sesini açıp yürüyen ve hava atan nesil artık walkman kültürüne geçmişti. İlk zamanlar walkmanlar oldukça büyük hacimliydi, zamanla modeller küçüldü ve fonksiyonları arttı. Radyo eklendi, pil süresi arttı, değişik tuşlar ile ses kalitesi kontrol edilebiliyordu ve hatta kaset üzerinden şarkı bulma mekanizması bile geliştirildi.

Eminönü meydanında balık ekmekçiler ve deniz kıyısındaki tüm derme çatma mekanlarda müzik sonuna kadar açılırdı. Yürüdükçe her taraftan farklı çalan arabesk müzik Eminönü'nün o kırsal görüntüsünü daha da destekliyor, Anadolu'nun bir köyünden farksız hale getiriyordu. Güzelim Boğaz manzarası bu ses kirliliği içinde yok oluyordu. Onlarca arabesk şarkısı Eminönü civarını sese boğsa bile aralarında Mustafa Topaloğlu'nun Emine şarkısı resmen fenomendi. Her mekanın ilk tercihiydi. Bir taraftan başı çalarken bir taraftan sonu çalıyordu.

Kaset piyasasının kalbi ise Eminönü'ne nispeten yakın Unkapanı’nda atardı. Kaset çıkarmak isteyen kim varsa ilk buraya gelir, bulduğu dükkandan içeriye girip yanın yanık türkü söylemeye saz çalmaya başlardı. Şarkı kaydı yapan stüdyolar devam etse de yurt dışında çıkan grupların kasetleri de ilk burada bulunduğu için, zaman zaman uğrak noktasıydı bizim için. Kasetler gelirin büyük kısmını yutardı, ama değerdi. Seksenli yılların sonlarında altın çağını yaşamaya başlayan rock ve metal dünyasının kasetleri de Unkapanın'da bulunuyordu. Bu albümler için diğer ve daha ünlü mekan ise Kadıköy'deki Akmar pasajıydı. Heavy Metal çoğu insana sert, antipatik bir müzik ve yaşam biçimi olarak gelse bile bu müziği gerçek hisseden, özümseyenler için vazgeçilmez bir tutkudur. İnsanın ruhunu kemirir, kendi içinde ayrıldığı dallar aslında çok farklılık gösterir. Ama müziği yaşam biçimi yapmamış bir kişinin bu ayrımları hissetmesi mümkün değildir. Kuru gürültü der çok fazla düşünmezler.

Üniversite gençliğinde ileriye dönük işsizlik korkusu çok fazla yoktu. Mezuniyet sonrası iyi bir iş bulma korkusu çok hissedilmediği gibi yurt dışında üniversitelerden alınabilecek bir burs hem yüksek lisans kapısını sonuna kadar açıyor, hem de çok önemli yurt dışı tecrübesinin temelini atabiliyordu. Mezuniyet zamanı yaklaştığında özellikle büyük yabancı firmalar genç beyinleri kapabilmek için üniversitenin bahçesinde masalarını kurar, firmalarının tanıtımını yapardı. Yeni mezun bir Boğaziçi’li bırakın iş aramayı gelen teklifler arasından iş seçerdi. Kurumsal hayata başlamak kolay olmasına rağmen yeni mezunlardan kendi işinin patronu olmak isteyenler de çoktu. Özellikle bilgisayar sektörünün daha dünyada yeni gelişiyor olması, mezunları bu konuya doğru yönlendiriyordu. Bilgisayar fiyatları yüksekti, yurt dışından bilgisayar parçaları getirip monte edip satmak, bomboş olan yazılım pazarına yeni programlar katmak çok cazipti.

Yaşamın keyifli olması, aynı yıllarda Karşıyaka'nın hem Süper Lige yükselip, hem de Türkiye Basketbol şampiyonu olması genel bir mutluluk pompalıyordu hayatımıza. Şampiyonluklar sonrası odadaki ranzam tamamen yeşil-kırmızı bayraklar, atkılar ile süslenmişti. Hatta dolabımın içinde gazetelerden kesilmiş Karşıyaka ile ilgili posterler, fotoğraflar vardı. Bazen bu sevinç coşku ile birleşince oda içinde gerginlikler de yaşanıyordu. Hele basketbol şampiyonluğunun Galatasaray'ı yenerek kazanılması daha da anlamlıydı. Karşıyaka'nın futbolda süper lige yükselmesi bizim için İstanbul'da oynanan maçlara gitmemize olanak veriyordu. O yıllarda Fenerbahçe, İnönü ve Ali Sami Yen statları resmen dökülüyordu. Bilet bulabilmek için sabahın köründe stada gidip, gişe sırasına girilirdi. Gişe açılır, bilet alınır bu sefer maç saati gelene kadar stadyumun içinde beklenirdi. Havalar biraz kötüleşse futbol oynanan zemin çamurdan sahaya döner, top sürme, şut atma imkanı iyice azalırdı.

Zaman zaman İstanbul'un bazı semt takımları Süper Ligde oynar, kendi semtlerine taraftarlarını çekerler. Zeytinburnu, Bakırköy, Sarıyer bunlardan bazıları. Gerçi belediye takımları çıkınca bu tür semt takımlarının artık şansı fazla kalmadı. Kaynak farklı takımlara aktarılmaya başlandı. Seksenlerin sonunda ve doksanlı yıllarda Sarıyer küçük bir semt olmasına rağmen çok güçlü takım kurmuş, birçok takımın korkulu rüyası olmuştu. Üniversiteden on on beş kişi toplanıp bir hafta sonu Sarıyer Karşıyaka maçını izlemeye gittik. Sarıyer stadı nispeten Sarıyer çarşısından, sahilden oldukça içeride kalan konumda maç izlemeye elverişli ama çıkışı da bir o kadar zor bir stadyumdur. Maça yalnız gittiğimde yalnızca kendimden sorumlu olurken, üniversiteden peşime takıp götürdüğüm arkadaşlarımın da tüm sorumluluğu sanki üzerimdeydi.

Maç içinde klasik küfürleşmeler, madeni para fırlatmalar, yakın çevreden taş atmalar falan derken ortam gerildi. Maç bittikten sonra yakındaki otobüs durağından sahilden giden bir belediye otobüsü ile semti terketme niyetimiz vardı. Nitekim öyle oldu, otobüse bindik ve yola çıktık. Sarıyer taraftarı bizden önce stadyumu terkettiği için minibüsler ile Büyükdere civarına gitmiş ve sotelenmişlerdi. Biz otobüs ile yavaş yavaş ilerlerken önceden sotelenmiş grup yoldan söktükleri kaldırım taşları ile otobüse saldırdılar. Bir anda otobüsün içine kayalar atılmaya başlayınca şoföre hadi kardeşim devam et dedik. Ama adam ne olduğunu bile anlamadan otobüsü durdurdu. Üstüne bir de kapıları açtı. Kapılar açılınca dışarıdakiler otobüsün içine saldırsalar da kapıları tuttuğumuz için başarılı olamadılar. Taş atmaya devam ettiler, genellikle üniversite öğrencisi bu tür saldırılar ile karşılaşmamış Karşıyaka ile bağlantısı bile olmayanlar için açıklanamaz bir durumdu. Ardından polis kuvvetleri gelince taş atan taraftarlar dağıtıldı, biz de otobüsten inip başka otobüse bindik. Olan otobüsü durdurup, devam etmeyen şoföre oldu. Üzerinde cam kalmayan otobüs ile baş başa kaldı.

Kurumsal hayatın monoton düzenine girmeden önce üniversite hayatının esnek saatleri, dersler ve yaşanan mekanın yan yana olması insanın yapabilecek çok fazla boş saatinin olmasına da olanak sağlıyordu. Dersler yoğun falan diye düşünülse bile en zor okul müfredatı iş hayatında yaşanacak ciddi bir yoğunluğun yanına bile yaklaşamaz. Zamanın boşluğu ve vücutların daha genç olması enerjinin atılabilmesi için birçok aktiviteyi de beraberinde getiriyordu. Aynı gün içinde üç dört ayrı futbol maçı yapardık. Sonrasında tek pota basketbol, hızımızı alamayıp bir de body salonlarında çalışırdık. Kampüsler arasındaki mesafe aklımıza bile gelmeden bir çırpıda yürünürdü.

Üniversitenin vücut geliştirme salonunda kulaktan duyma bilgiler ile bilinçsiz hareketler belki de vücutta arızalar bırakıyordu. Isınmadan koca koca halterlerin altına girmek, arkadaşlara bak bu kadar kilonun altına giriyorum, bak bu hareketi yapıyorum diye hava atmak kesmediği için kendimize yeni bir salon belirlemiştik. Hiç üşenmeden yurttan otobüs durağına inip, sonrasında Ortaköy'e kadar gidip, yine bir yol yürüme mesafesinde olan Rocky vücut geliştirme salonuna gidiyorduk. Üniversitenin spor salonundan çok daha fazla çalışacak alet vardı. Hangi sırada hangi programı uygulayacağımızı da gösteriyorlardı. Üzerine bir de çalan müzik Helloween olunca ortam hakikaten muhteşemdi. Spor yapanların arka arkaya onlarca yumurta beyazı yemesi, devamlı ağızlarına bir şeyler atmaları benim de iştahımı açmıştı. Antrenman çıkışlarında mutlaka bir litre günlük sütü mideme indiriyordum. Zamanla çalışmaların sonuçları ortaya çıksa da yol sorun olmaya başladı. Soğuk havada terli terli salondan çıkıp yürümek, arkasından otobüs, tekrar yokuş çık falan derken bu macera çok uzun sürmedi.

Az para ama özgür ve kendinden başka sorumluluğu olmayan hayat aslında büyük bir nimetti. İstanbul'da istediğin yere gitmek, Boğaz'ın havasını istediğin kadar içine çekmek, çimlerin üzerine uzanmak, spor yapmak, muhabbet etmek, uyumak, king oynamak, hayatı öğrenmek hep yapılabilecek şeylerdi. İlişkilerde menfaatler daha iyi zaman geçirmenin önüne geçmemişti. Kendini zorlamaya gerek yoktu, içinden geldiği şekilde karşındaki insana davranmanın sonucu onun da içinden geldiği şekilde karşılık vermesiydi. Bu bazen bir yumruk, tekme hatta kafa atma bile olabilirdi ama o davranış bile dürüstçeydi. Duygularını açık açık ifade etmişti her kimse.

Her güzel hikayenin bir sonu var. Zaman aktıkça hayatın sorumluluklarından kaçmaya çalışılsa bile o sorumluluklar yaş ile doğru orantıda artmakta. Kimi bu sorumluluklarından şartlarına göre kaçabilse bile başka sorumluluklar muhakkak kaçtıklarının yerini almayı başarır. Geriye dönüp baktığında bir insan önceki yıllarında daha az sorumluluğunun olduğunu net bir şekilde görecektir. İnsan ve yaşam sanki bu dengeyi gerçekleştirmek için beraberdirler.

Okulun içindeyken hiç stres yaratmayan mezuniyet sonrası iş bulma konusu, okulun bittiği gün önceden yapılmış bir kariyer planı, çalışılacak bir iş yeri ya da ailenin bir iş yeri yoksa stres yaratmaya başlıyor, okulun sunduğu tüm imkanlar diploma alındığı gün sırtını dönüyordu. Koruma alanı dışına çıkılıyor, barınmak için okulun imkanları kullanılıyorsa ya yeni bir ev tutmak, ya da ailenin yanına dönmek zorunda kalıyordun. O yüzden daha öğrenci iken iş bulma imkanlarını sonuna kadar değerlendirmek ve teklifleri uyanık şekilde karşılamak gerekli. Okulun kalitesinden dolayı mezun olunca işsiz kalma stresi olmasa bile iş bulana kadar geçen bir süre var. Bu süre tamamen kişinin becerisine ve yaşadığı ülkenin ekonomisine bağlı.

Kurumsal firmaların kampüs içinde açtığı tanıtım masalarına öcü gibi bakıp yanaşmayarak bilgi almamak aslında ilk fırsatı kaçırmak demekti. İş olsun olmasın en azından kurumsal yaşamın nasıl bir şey olduğunu anlatabilirlerdi. Masaların kurulduğu toprak futbol sahasında maç yapmak kesinlikle daha keyifli geliyordu. Gelecek nasıl olsa gelecekti, iki üç şut çekip ter atmak gelecekteki kurumsal hayatın daha uzak durmasını sağlıyordu. Kampüs ortamının sıcaklığında firmaların masalarında bekleyen insan kaynakları görevlileri iş hayatının soğukluğunu ve tek düzeliğini buram buram bize yansıtıyordu.

İş başvuruları üniversitelere gelen kurumsal firma yetkililerinin verdiği formların doldurulması ile yapılabildiği gibi, en popüleri gazetedeki iş ilanlarıydı. Gazeteler sayfalarca iş ilanlarının olduğu ekleri basıp ana gazete ile dağıtırlardı. Magazin ekleri, bilgi ekleri derken gazetelerin sayfa sayısı özellikle hafta sonları yüzü geçiyordu. Gazetelerin eki dışında iş arayanlar için hazırlanmış devasa kalınlıkta firmaları tanıtan kataloglar da vardı. Benim nasıl olduysa elime bunlardan geçmişti. Bu kataloglarda firmaların künyesi, ne iş yaptıkları, adresi, telefon ve faks numaraları gibi bilgiler vardı. Firmalar ile iş görüşmesi yapabilmek için şahsen kapıdan öz geçmiş bırakmak, posta ile öz geçmiş yollamak, faks çekmek, telefon ile arayıp randevu istemek gerekirdi. Tabii ki her zaman geçerli olan tanıdık metodu da vardı. Şu firmada şu personel müdürü, şu mühendis, şu çaycı tanıdık var gibi geyikler bazen işe yarar, iş bulmaya çok daha kolay yardımcı olabilirdi. Yeni mezun iş arayanın en büyük şanssızlığı sabit bir evi ve telefonunun olmamasından kaynaklanıyordu. Çünkü firmaların geri dönüşü ya posta ile ya da sabit telefonu arayarak olabiliyordu. Ev olsa bile sabit telefonun olması da gerekirdi. Hatta aranacak saat belli olmadığı için bazen saatlerce telefon beklenirdi. Zırt pırt telefon ile firmayı aramakta baskı açısından etkili bir yöntemdi.

Okuldayken kafamızdaki kolay iş bulurum mantığı ile mezuniyet sonrası hafif hafif iş aramaya başlamıştım. Öncesinde kurumsal hayat yalnızca mecburi yapılmış kırk günlük stajdan ibaretti. Staj için memleketimi seçmiş, ilk servis ile işe gidip gelme, ofis kültürünü yaşamaya başlamıştım. Ama çok farklı bir sorun iş hayatını ciddi şekilde etkiliyordu. Ofislerde dışarıda kırk derece sıcak olan havaya rağmen klima yoktu. Klima kültürü daha ülkede gelişmemişti. Ter içinde çalışmak keyifli değildi. Bilgisayar teknolojisi çok yeni kullanılmaya başladığı için olan klimalarda bilgisayarları soğutmak için kullanılıyordu. Galiba o yıllarda bilgisayarlar insanlardan daha değerliydi, gerçi günümüzde de insanın değeri hala artmadı. Sistem odaları nefes almak ve serinlemek için buzdolabı etkisi yapıyordu. Mecburi stajlar genelde kısa olduğu için stajyer stajın bir an önce bitmesini ve staj defterini yazıp kurtulmayı planlar genelde. Halbuki iş hayatını gözlemlemek ve öğrenmek için bulunmaz bir fırsattır. Staj yapılan firmanın büyük ölçekli olması stajyerin çok değişik karakterleri görmesine, farklı departmanlarda ne işler yapıldığını anlamasına yardımcı olur. Hele bir de farklı sorumluluklar ile kendisine güvenildiği hissettirilirse iş hayatına başlangıcı da oldukça sorunsuz olur.

Staj firmasında kocaman kapkara ekranlar, değişik değişik sistem komutları daha önce Commodore 64 kullanan biri için hiç sevimli değildi. O programları kullanmak zordu. Tüm komutları ekrana yazmak, sonrasında tekrar yazmak ve yazmak gerekirdi. Programcılık mantığı kırk günde çözümlenecek bir yapı değildi. Zaten staj yaparken daha okul bitmediği için asıl bölüm dersleri alınmamıştı. Stajın ana gayesi staj defterini doldurabilmekti. Defteri doldurmak iş yerinde birçok kılavuz olduğu için kolaydı. Aç kılavuzu, yaz deftere. Sayfaları da staj yapılan yerdeki amire imzalat konu bitiyordu. O yüzden çoğu kişi staj yapmak yerine naylon staj yapardı. Yani iş yerine gitmeden gitmiş gibi görünürdü. İşi bileceksin işe gitmeyeceksin misali...

İş aramaya ikinci üniversiteyi de okuma planım olduğu için ilk önce yarı zamanlı olanlardan başladım. Daha doğrusu yarı zamanlı iş bulunabileceğini zannediyordum. Yeniden üniversite sınavına girip bu sefer farklı üniversitenin farklı bölümüne girmiştim. En azından ilk sene derslere gidip neler oluyor onu gözlemlemem gerekiyordu. Yarı zamanlı iş aramamın ana gayesi de buydu. Hafta sonları devasa insan kaynakları eklerinden bulduğum ilanlara öz geçmiş yollamaya, iş yerlerini gösteren kılavuzdaki telefon numaralarını aramaya başladım. İlk zamanlar bu aramalardaki çekingenlik zamanla vurdumduymazlığa kadar gitmeye başladı. Otomatik şekilde arayıp, görüşüp, iş olmadığını öğrenmeye alışmıştım. Yine de bu aramalar sonucunu vermeye başladı ve bazı yerler görüşme talebinde bulundu. Boş vakit çok olduğu için görüşmelere gitmek sorun olmuyordu. Sorunlar başkaydı. Okul hayatına alışmış bir kişi için resmi kıyafet bulmak, ütülü gömlek giymek, kravat takmak çok kolay değildi. Ayrıca bir karış sakal ve uzun saç ile görüşmelere gitmek olmazdı. Karşındaki firmaları ve insanları ciddiye alıp hazırlık yapsan bile bazen görüşeceğin kişiler senin hazırlığına aynı saygı ile cevap vermezlerdi.

Öz geçmişlerin doğru dürüst incelenmediğini yaptığım görüşmelerde kolaylıkla farkediyordum. Çok enteresan sorular ve yaklaşımlar ile karşılaşıyordum. Askerlik yapmamışsınız diye soranlar, tecrübeniz yok diye soranlar, hadi bunlar bir derece anlaşılabilir, okumamışlar öz geçmişi belli. Bir firma yetkilisi ile görüştüğümde, "Seni niye işe alayım ben zaten bu işleri kendim yapabiliyorum" diyenine bile rastladım. O işleri kendin yapacaksan niye iş görüşmesi için çağırıp insanların zamanını alıyorsun? Tamamen kişisel komplekslerini gelen adayların üzerine akıtan bir kişilikti. İnsan genç ve önünde umutlu bir gelecek olduğu için o an umursamıyor. Zaten ikinci üniversiteyi de okuyordum sonrası çok daha iyi olacaktı nasıl olsa.

İş arayışları sürerken ikinci üniversite hayatı başlamıştı. Boğaziçi’nden sonra İstanbul Üniversitesi ilginç bir deneyimdi. Ana fark yaşama biçimlerindeydi. Boğaziçi'nin içinde yaşarken İstanbul Üniversitesine yalnızca ders zamanları gidiyordum. Yani biri memleket, biri de turistik geziye gittiğim başka bir şehir gibiydi.

Sınıfların çok kalabalık olması, devasa amfiler, öğrencilerin derslere katılıp katılmadığının takibini zorlaştırıyordu. Bu durum okul çevresindeki kafelere yarıyordu. Sabah derse gidiyorum diye çıkan öğrencilerin bazıları zamanlarını tamamen bu kafelerde geçiriyordu. Kafe bölgesinde ders notlarının satıldığı kırtasiyeler vardı. Buradan makul fiyatlar ile tüm derslerin düzenli notları alınabiliyordu. Tabii bu notları alıp kırtasiyelere veren inek tabir edilen amfide hep en önde oturan öğrenci grubu da mevcuttu. İşin özü okul ne kadar zor olursa olsun devamsızlık yaparak bitirmek mümkündü. Bunun için notları iyi temin edip, disiplinli bir şekilde çalışmak çok önemliydi. Sınavlar aynı hafta yapıldığından sınav haftaları beyin patlama noktasına gelir, uykusuzluk tavan yapardı.

En kritik nokta ders çalışma disiplini ve stratejiydi. Ders sayısı çok olduğu için ipin ucu kaçırılırsa toparlamanın imkanı yoktu. Her sene ders sayısı alttan alınan dersler ile birleşip çoğaldığında okulu bitirmek imkansız hale geliyor, bitirmek mümkün olabilse bile en az beş altı sene çaba göstermek gerekiyordu. Boğaziçi’nden sonra bölümün tamamen sözel ağırlıklı olması da etken olabilir ama iktisat bölümü sanki uzaktan eğitim ile de bitirilebilecek gibiydi. Okulun öğrenciye kattığı tek şey eğer kafayı verebilirler ise duayen hocaların anlattığı dersler ve anılardı. 

Hem okul, hem iş hem de yalnızlığın verdiği ek işlerin hepsini göze alıp iş arayışlarını sıklaştırdıktan sonra bazı geri dönüşler olmaya başlamıştı. Hatta bir iş yerinden Pazar günü çıkan ilana başvurduktan sonra ertesi hafta aranmak oldukça ilginçti. Çünkü öz geçmişin posta ile ulaşması da göz önüne alındığında bu geri dönüş çok hızlıydı. İş yerinin adresini öğrendikten sonra görüşmeden bir gün önce neresi olduğuna bakmaya gittim. Adrese baktım, binaya baktım, sanki merdiven altı fabrika gibi bir yerdi. Firma ile ilgili ne tabela ne yazı göremeden tekrar eve döndüm. Sonuçta adresi bulmuş, binayı görmüştüm. Ama firma o binada mıydı emin değildim.

Ertesi sabah uzamış saçlarıma şekil verip, sakal traşı olup, lise yıllarından kalma renkli ince kravatı da takıp görüşmeye hazır hale gelmeye çalıştım. Daha önce staj tecrübesi dışında kurumsal çalışma hayatım olmamıştı. Gelebilecek sorulara da bir hazırlık yapmadan, hava çok sıcak olduğu için yanıma ceket bile almadan kısa kollu gömleğin üzerinde renkli kravat ile görüşmeye gittim. Genç ve tecrübesiz olmak aslında çok güzel bir duygu. İş hayatının yıllar içinde vereceği ağır stresi ve insanlara güvensizlik duygusunu daha hiç yaşamamış oluyor insan.

Hayatım boyunca her randevuya risk almayıp erken gittiğim gibi yine erkenciydim. Önce iş görüşmesi olumlu sonuçlanırsa çalışacağım muhiti inceledim. Muhit berbattı, her taraf çarpık çurpuk şekilsiz binalardan oluşuyordu. Havası çok güçlü bir çikolata kokusu ile kaplıydı. Kesin çok yakında çikolata üretimi yapan bir fabrika vardı. Çikolatalı oda spreyinin tamamını odaya sıksan anca bu kadar kokardı. Koku ağırdı ama kendine has çekiciliği vardı. Görüşmenin heyecanı ile o an fabrikayı falan aramadım, görüşmeyi yapacağım firmanın giriş kapısına ulaşmak çok daha öncelikliydi.

Ofisten içeri girdiğimde ayrılmış odalar falan yoktu. Herkes tek bir alanda çalışıyordu. Küçük küçük kapısı kapalı odaların olduğu devlet dairelerinin yerine daha yaygınlaşmamış açık ofis tercih edilmişti. İş görüşmesi için gelmeme rağmen herkesin arasından geçip görüşeceğim kişiye ulaşmıştım. Sonrasında aynı bölümde çalışacağım arkadaşlarımın meraklı bakışları arasında iş görüşmemi gerçekleştirdim. Firmaların bilgisayar kullanımına yeni yeni başladığı günler olduğu için okuldan öğrendiğim bilgisayar programlama bilgisi bile çok değerliydi. Bilgisayar bilgimi biraz da köpürterek görüşmeyi yönlendirdim. Aslında şirketin yeri ve ofisin genel içeriği çok planladığım gibi değildi, bu hisler ile görüşmede biraz da vurdumduymaz tavırlar ile çok rahattım. Görüşme sırasında bir taraftan konuşurken bir taraftan çalışanları incelemek ile meşguldüm. Aynı televizyon izlerken kitap okumak ve beraberinde yemek yemek gibi. İş görüşmesi yaparken etrafıma bakınıp bilgi toplamaya çalışmak, lokasyondan dolayı okula nasıl devam edeceğimi düşünmek gibi çok fonksiyonlu bir beyin yapım vardı. Görüşme sonrası eve dönerken farklı şeyler düşünüyordum.

İkinci üniversitede ilk senem bitmişti. Gezmeye, dolaşmaya oldukça vaktim vardı. Yaz aylarında İstanbul, özellikle Boğaz kıyıları çok keyifliydi. Ama görüşme aynı başvurum gibi çok hızlı sonuçlandı.Yani o aylak aylak Boğaz kenarında gezintiler, balık avlamalar falan bitecek erken kalkmalar, tıraş olmalar, servis beklemeler, projeler, mesailer, program yazmalar başlayacaktı. Dahası okulun açılmasına az kalmıştı ve dersler de başlayacaktı. Hepsine ek ev işleri, yemek, bulaşık, ütü, çamaşırları yıkamak hepsi benim başıma kalacaktı. Maddi olarak rahatlamanın karşılığında yüklerim kat kat artacaktı. Ama kafanın rahat olması ve bedenin genç olması bunların hepsinin üstünden gelebilmeyi sağlıyordu.

Sabahları oldukça erken kalkmaya başlamıştım. Servisin evime en yakın geçtiği yer Beşiktaş olduğu için Rumelihisarı’ndan Beşiktaş’a her sabah otobüs ile gidiyordum. Sabahları Boğaz havası o kadar güzel geliyordu ki insanın çalışma isteğini arttırıyordu. Beşiktaş’ta servis gelmeden önce çorba içebileceğim bir esnaf lokantası da bulmuştum. Kahvaltı yapmak yerine düğün çorbasına kırmızıbiber atarak güne başlamaya alışmıştım. Barbaros Bulvarından servise bindikten yarım saat sonra şirkete varıyordum. İlk işim olmasına rağmen özellikle bölümdeki arkadaşlarımın yakın davranışları tüm tecrübesizlik stresimi bitirmişti.

Bilgisayar, programlama, yazılım gibi terimler daha iş hayatında yeni konuşulmaya başladığı için bu iş ile uğraşanlara sanki farklı gözle bakıyorlardı. Ya da biz öyle hissediyorduk. Şirketteki tüm bölümler ile iletişimi olan tek bölümdük. Kendimize elit grup adını takmıştık. Aslında son derece temel bilgisayar işlevlerini yapan yazılımlar geliştiriyorduk. Müşterinin kayıt bilgileri, sipariş kayıtları, stoklar, muhasebe kayıtları gibi. Benim ilk işim müşteriye yollanan mektupların isim ve bilgiler kısmını sistemden dolduran programlar yazmaktı. Dev gibi plotterlardan çıktılar alınır, zarflandıktan sonra müşterilere posta ile gönderilirdi. Şirket katalog ile pazarlama gibi oldukça öncü bir işe kalkışmıştı. Örnek aldığı firma Amerika’nın ünlü Sears firmasıydı. Türkiye için çıkarılan kataloglar Sears'ın kataloglarının yanında çok ince kalsa bile fotoğrafların kalitesi ve çekimde kullanılan mankenleri ile ön plana çıkıyordu. Bu kadar vizyon sahibi bir iş internet ile destekleniyor olsaydı önünde kimse duramazdı. Basında çıkan reklamların, katalogların, gönderilerin maliyetleri oldukça fazla tutuyordu. Doğru zamanda doğru yerde olmak insanlar gibi şirketler için de çok önemli.

Açık ofiste herkes birbirini görebiliyordu. Karşımda şirketin genel müdürü oturduğu için sanki hep beni izliyor fikrine kapılmıştım. Elimde yapacak bir iş yoksa bu duygu iyice fazlalaşıyordu. Kafamı kaldırıp göz göze gelmemeye çalışıyordum. Kendimizi elit zannettiğimiz olaylardan biri de öğlen yemeğimizin masamıza servis edilmesiydi. Yalnızca üst düzey yöneticiler ve bilgi işlemcilere yapılan bu hareket bizim omuzlarımızın havalanmasına neden oluyordu. Halbuki daha fazla masamızda kalıp iş üretmemiz için planlanmış bir hareket olduğunu seneler geçince anladım.

İş hayatına yavaş yavaş ısınırken günler değişik olayları da beraberinde getiriyordu. İş çıkışı Boğaz'da bir tankerin battığını duymuştum. Eve dönerken Boğaz kıyısında canlı cansız hayvanların sürüklendiğini gördüm. Oturduğum evin sokağına sahil yolundan giriliyordu. Toplasan sahil yolundan yüz adımda eve ulaşabiliyordum. Otobüsten indiğim noktada insanların kıyıya yüzmeye çalışan koyunları tutup çıkardıklarını gördüm. Sis Fatih Sultan Mehmet Köprüsü tarafına baktığımda görüşü engelliyordu. Sis yavaş yavaş dağıldığında yüzlerce koyunu su üzerinde gördüm. Güçlü olanlar kıyıya yüzmeye çalışıyorlardı. Koyunların yüzebildiğini ve ciddi mesafe gidebildiklerini o gün öğrendim.

Karadeniz'den Marmara'ya giden Lübnan bandıralı Rabion 18 gemisi ile ters taraftan gelen Madonna Lily gemisi Fatih Sultan Mehmet Köprüsü yakınlarında çarpışmıştı. Lübnan bandıralı gemi, Suriye'ye 22 bin adet koyun taşıyormuş. Benim gördüğüm koyunlar aslında toplam sayıya baktığımızda devede kulaktı. Muhtemelen bu koyunlar çarpışma etkisi ile açılan deliklerden denize kaçmayı başarmışlardı. Çoğunluk Boğaz'ın derinliklerine doğru son yolculuklarına çıkmıştı.

Koyunlar sanki hepsi kararlaştırmış gibi Rumelihisarı İskelesinin yanındaki alana yüzüyorlardı. Kıyıda insanüstü bir çaba vardı. Hayatımda ilk kez yüzen koyunlar gördüğüm gibi koyuna suni teneffüs yaptıran kişilere de ilk kez rastlamıştım. Kıyıya gelmeyi başaran ve karaya çektiğimiz koyunlar iskelenin yanında korumalı boş kısımda bekliyorlardı. Saatler ilerledikçe koyun sayısı da artmaya başladı. Hayvanların yiyecek içecek ihtiyacı da oluşmuştu. Sahil yolunda aniden sağa sola koşan koyunlar görülmeye başladı. Gece geç saatte artık ertesi gün işe gideceğimden koyun olayını bırakmaya karar vermiştim ki çevredeki akıllı kasaplar taşıma araçları ile koyunları alıp götürmeye başladılar. Hayvanlar sağlam mıdır, hastalık var mıdır hiç bakılmadan o koyunlar sonraki günlerde muhtemelen midemize inmişti. Kazanın olduğu günden haftalar geçmesine rağmen Boğaz'ın herhangi bir yerinde tamamen şişmiş, paramparça olmuş koyunları görmek mümkündü. Özellikle su akışının az olduğu Bebek Koyu gibi noktalarda birikmeye başlamışlardı. Sonrasında gözlerim istemsiz şekilde Boğaz'da ölü koyunları aradı ama artık sadece denizin dibinde geminin içinde çürüyorlardı.

İş hayatında tecrübesiz olmama rağmen yaptığım işin özellikli olması nispeten iyi maaş almamı sağlıyordu.Ya da bana öyle geliyordu. Öğrencilik hayatında sınırlı bütçe ile hayatı sürdürürken bir anda düzenli gelen para belki de çok kazandığım hissi yaratıyordu. Enflasyon %70 lerin üzerindeydi. Böyle olunca kazanılan paranın değeri çok kısa sürede kayboluyor, zam oldukça tekrar toparlıyordu. Şirketler mecburen üç ya da altı aylık periyotlar ile çalışanlarına zam yapmak zorunda kalıyorlardı. Fazla mesai ücreti de beyan edildiği takdirde rahatlıkla problemsiz alınabiliyordu. Programcılar olarak biz genelde akşamları geç saate kadar çalışıyorduk. Hatta bazı geceler sabahlıyorduk. Bu durum kazanılan parayı daha da arttırıyordu. Maaşlar daha banka kartı kültürü gelişmediği için zarf içinde veriliyordu. Zarf o kadar kalın oluyordu ki eve giderken paraları mecburen bir poşet ya da çanta içinde taşımak gerekiyordu.

Ekonomik özgürlük şehir içinde değişik yerleri de özgürce gezmeye yarıyordu. Özellikle düzgün yemek yapan yerler favorimdi. Türkiye'nin ilk alışveriş merkezi Galleria, yanında açılan eğlence ve yemek alanı Regatta en çok gittiğim mekandı. Trafik daha sorun değildi. Yaşadığım, okuduğum, çalıştığım tüm mekanların Avrupa yakasında olması da avantajdı. Asya yakası sanki farklı bir ülke kadar uzaktı bana.

Şirketin kurumsallaşması eğer çalışan duygularını olumsuz yönde etkilerse çalışanlar için çekilmez olmaya başlar. Teknolojinin son imkanlarından yararlanmamıza, farklı farklı programlar yazmamıza rağmen şirket içi iletişim yazılı kağıtla ya da telefon ile oluyordu. En komiği masasını görebildiğin kişi ile telefonda uzun uzun görüşüyorduk. Hem mimikleri gör hem de fısır fısır telefonda konuş. Sabit telefonlar dışında iletişim alternatifi yoktu, çok nadir durumu iyi olanların arabasında da araba telefonları vardı. Araba telefonları hem çok kullanışlı olmadığı hem de taşınabilir telefonlar yaygınlaştığı için çok uzun süre piyasada kalamadılar.

Samimiyet o kadar ileri boyuttaydı ki iş arkadaşlarımız aynı zamanda beraber takıldığımız arkadaşlarımızdı. Maaş zammı olduğunda bile yönetici gelir çalışanın kulağına fısıldardı. Maaşın bu ay şu kadar oldu diye. Enflasyonun çok fazla olması, belirsizlikler moralleri bozmuyordu. Çalışanların yaşlarının yakın olması çalışma ortamının eğlenceli ve çekilir olmasını destekliyordu. İş çıkışında eğer mesaiye kalmadıysak servislerin kalktığı yere gider toplu halde gece eğlenmeye nereye gideceğimize karar verir ona göre servise binerdik. İstanbul da personel servisçiliği daha gelişmemişti, ama firmamız bunda da öncülerden biriydi. Personeline düzenli ulaşım imkanı sağlıyordu. İşin yoğunluğundan derslerim ile çok fazla ilgilenemiyordum, yalnızca vize ve finaller zamanında insanüstü çaba göstermem gerekiyordu. Planlamamı tamamen dersleri ne olursa olsun geçebilmek üzerine kurmuştum. Bilgiyi kafaya yükleyip sınavdan çıktığımda tamamen boşaltıyordum. Kimi zaman sınavlarda 500-600 sayfalık kitaplardan sorumlu oluyorduk. Okuması bile haftalar alacak kitabı sınav öncesi hızlıca beynime kazıyordum. Sınavların klasik yazılı olması şanstı, en azından yazma yeteneğim ve hafızamdan dolayı konuyu bir taraftan yakalıyordum.

İş ile ilgili fazla sıkıntım olmamasına rağmen bölüm arkadaşlarımın biraz da dolduruşu ile bazı muzurluklar da yapıyorduk. Bilgisayar programlama gibi çoğu insanın ne olduğunu bile anlayamadığı bir işi yaptığımızdan bazen kendimizi iyi anlatamıyorduk. Bu durum kendimize elit grup desek bile başkalarının zaman zaman yanlış davranışlarına, yönetimi etkilemelerine neden oluyordu. Bölümdeki beşli olarak kafayı bir şeyler yapmaya taktık. Bir akşam iş çıkışı buluştuk, herkes fikrini beyan etti. Fikirlerimizi tartıştığımız demokratik bir ortamda yönetime bir muhtıra hazırladık. Bayağı uzun ve etkileyici bir yazı oldu. Sıkıntılarımız, yaptığımız işin önemi gibi konuları yazıp sonuna bir beklenti eklemedik. Amacımız yalnızca yönetimi uyarmaktı. Aslında bana bu yaptığımız keyfim yerinde olduğu için oldukça anlamsız gelmişti, ama çoğunluğa uyup muhtıraya imzamı atmıştım. İş hayatında farklı firmalarda çalışmamanın verdiği tecrübesizlik ile yönetime yazılan muhtıranın etkisi iş performansını etkiliyordu. Demoralize olduğumuz bir gün plan yaptık. Ertesi gün hasta olduğumuzu şirkete bildirip birimizin evinde buluşup elektrogitar çalıp, keyif yapacaktık. Sabah olunca şirketi arayıp izinleri aldık. Oturduk tüm gün gitar çalıp, sohbet edip, yemek yedik. İşe gitmedik, kendi kendimize tatil ilan ettik.

Çoğu Türk erkeğinin askerlik ile ilgili çekinceleri, bahane yaratarak kaçmak veya uzatmak için çözüm bulma çalışmaları olmuştur. Kimi bedelliyi bekler, kimi olabildiğince ertelemeye çalışır, kimi de okumayacağı okullara kayıt olur. Sonuçta askerlik çalışma hayatına başlayanlar için çözümlenmesi gereken bir engel olarak görünmektedir. Askerliğini yapmayan bir çalışanın terfi alması veya yönetici olması imkansız gibidir. Tam iş bulmuş çalışırken askere gitmek işi büyük ihtimalle kaybetmek anlamına da gelebilir. Özetle kurumsal hayatta rahatlamak için askerlik aşılması gereken bir engeldir. Günümüzde devamlı değişen kurallar ile üç hafta para verip askerliği tamamlayanlar çok fazla. Olan zamanında aylarca askerlik yapanlara oldu hep.

Nasıl olsa askere gideceğimi düşündüğüm ve daha okul devam ettiği için ben de çalıştığım ilk iş yerini kalıcı bir yer olarak görmüyordum. Yükselmek, pozisyon değiştirmek gibi düşüncelerim hiç olmadı. Motivasyonumu okul ve okul sonrası bitireceğim askerliğe ve sonrasında gireceğim işe göre yapıyordum. Halbuki iş hayatında geçen her gün içinde öğrenilecek şeyler oluyordu. İleride iyi pozisyonlara gelebilmek için iş hayatında öğrenmeye açık olmak, çevredeki fırsatları gözlemlemek ve insanlar ile iyi ilişkiler kurmak şart. Kurumsal hayatın ilk yıllarında yazılı planlar yapmak ve gelmek istenen yeri az çok belirlemek çok yararlıdır. Yaş daha yirmili yılların başındaysa bu tür planları yapmak ve ileriye iyi bir yol çizebilmek çok kolay olmuyor. Halbuki ilk üniversiteye girdiğimde yapacaklarımı yazılı olarak defterlerimde saklıyordum. Hedefler gerçekleştikçe üzerine bir işaret atıp oh bu da bitti diyordum. İlk gençlik yıllarında edindiğim bu alışkanlığı hayatımın farklı evrelerinde yapmış olsam da atladığım ve plan yapmadığım çok zaman oldu. Bu disiplini kaybetmemek çok önemli, kaybedildiği an hayat dümeni bırakılmış bir gemiye dönüşüyor.

Doksanlı yılların başlarında Türkiye'de yabancı şarkıcıların ve grupların konserleri başlamıştı. Oldukça büyük organizasyonlardı. O yıllarda dinlediğim gruplar genellikle Metallica, Helloween, Manowar ve Overkill'di. Seksen öncesi rock grupları beni çok cezbetmediği için Ian Gillan da çok fazla dinlediğim biri değildi. Ama İstanbul'da hatta Türkiye'de ki ilk ciddi konser olduğu için mutlaka izlemeliydim. Konser Lütfi Kırdar Spor Salonundaydı. Basketbol maçları izlediğim bu salonda ilk kez bir rock konserini izleyecek olmanın verdiği heyecan bir başkaydı. Hava çok soğuktu. Konser olmasına rağmen salonun çevresi oldukça karanlıktı. Eski toprak müzik dinleyenler çevreye dağılmış bira içiyorlardı, sanki her zaman konser oluyor ve devamlı gidiyor gibi bir izlenimleri vardı. Rocker her zaman rockerdır.

Basık ve havasız ortamda gerçekleşen konserin aslında ses kalitesinden uzak ve sönük olduğunu anlayabilmem için sonraki konserlere gitmem gerekiyormuş. Işık gösterisi zayıf, ses düzeni yanlış kurulmuş hoparlörler yüzünden berbattı. En kötüsü Ian Gillan'ın söylediği parçaları da daha önceden çok kez dinlememiştim. Sesin cızırtısı, bas, tiz birbirine karıştığından parçaları kesinlikle ayıramıyordum. Neyse ki sonunda klasik "Smoke On The Water" çalındığında tamam şimdi oldu dedim. Konser sonrası kafamda çınlayan sesler ve baş ağrısı bile keyfimi kaçırmamıştı, büyük ve ilklerden bir konsere canlı canlı şahit olmuştum. Konser salonuna fotoğraf makinesi sokulmadığı için anı bırakabilme şansım olmamıştı. Sonraki konserlerde bu yasağı delip olabildiğince gizli gizli fotolar çekmeye çalışmıştım.

Zamanın en teknolojik işini yapmamıza rağmen işi yürütebilmek için muhakkak işin başında olmak gerekiyordu. Bilgisayar ekranları tüplü ve çok ağırdı. Verileri toplayan dağıtıcıların boyutu odalar kaplayacak kadar büyüktü. Verilerin yedeklemesini yapmak bazen tüm gece sürüyordu. Sabah işe geldiğimizde hala yedekleme devam ettiği için sistemi kullanmadığımız zamanlar bile olabiliyordu. Yedekleme için kaset teknolojisi kullanılıyordu. Bilgisayarlarda yazdığımız programlar son derece sıkıcı, tamamen siyah ekran üzerinde yazılıyordu. Tüm komutlar yazılı olarak yapılıyor, mouse diye bir alet bile geliştirilmemişti. Bilgi girişleri firmaların en büyük sıkıntısıydı. Klavyeden yazılı olarak yapılıyordu. Bilgiyi sisteme aktarma metotları gelişmemişti. Dolayısıyla yalnızca bilgi girişi için firmalar onlarca kişi çalıştırmak zorunda kalıyorlardı. Hızlı bilgi girişi yapabilmek daktiloyu on parmak yazmak gibi önemli bir meziyetti. Girilen bilgilerin kontrol edilmesi de çok zahmetli işti. Bilgi girişi yapanların ki bunlar çoğunlukla kadınlar oluyordu başlarında mutlaka bir şef olurdu. Bu şefler girilen bilgilerin çıktılarını büyük yazıcılar sayesinde alır sonra tek tek kontrol ederlerdi. Kontrol satırını görebilmek için kullanılan kocaman kocaman cetveller kağıtların üzerinden aşağı doğru inerdi.

Aile ile çocukken gidilen geziler, İstanbul Karşıyaka arasında çok sık yaptığım yolculuklar dışında yaşadığım yerden çok fazla uzaklaşmıyordum. İstanbul kendi başına gezmek ve keşfetmek için oldukça büyük bir hazineydi. Çocukken Ege Bölgesi civarında hemen hemen görmediğim yer kalmamıştı. En sevdiğim kitap Büyük Dünya Atlasıydı. Atlas üzerinde tüm haritaları dikkatlice inceler, gitmediğim yerler, diğer ülkeler, başkentler hakkında bilgiler ile kafamı doldurur, ziyaret etmek için hep hayal kurardım. Gittiğim yerleri yaşım küçükken bile unutmazdım. Her noktasını inceleyip, beynimin içine yerleştirmeye çalışırdım. Dağ yolları ve uçurumlardan fazla hoşlanmazdım. Hatta Bodrum'a giderken yolun dar olması, virajları, ara ara yolda çıkan yaban hayvanları beni korkuturdu. Yolda tilki, köpek, tavşan, yılan görmek çok normaldi. Ara ara arabanın önüne çıkan yaban domuzları en korkunçlarıydı. Yetmişli yıllarda Bodrumun kafasında kovboy şapkası, atı ile gezen efsane eski bir komiseri de vardı. Her gittiğimizde karşılaşırdık, muhabbet ederdik. Kendisine Bodrum Şerifi derlerdi. Daha turistlerin adını bile duymadığı, yolu yüzünden ücra bir yerde kalmış, halkı kendi halinde yaşayan küçük bir yerleşim yeriydi. İleride Türkiye'nin bir numaralı turistik bölgesi olacağı aklımıza gelmezdi.

Ayaklarımın üzerinde durabilmek ve para kazanmak artık kendi başıma gezilere başlamamı daha kolay kılıyordu. Okulun devam etmesi, tam zamanlı çalışma koşulları bile bir yerlere kaçmama engel olamıyordu. Hafta sonları İstanbul'un farklı yerlerini gezerken, resmi tatillerde yakın bölgelere kaçmaya başlamıştım.

Bu gezilerden birinde üç kafadar Batı Karadeniz'i keşfetmek için yola çıktık. Altımızda Tofaş Kartal, ikimiz daha önce ehliyetimiz olduğu halde araba kullanmamış, birimiz de arabayı kullanan acemi şoför. Ehliyet almak o günlerde zaten ayrı bir konu. Maslak yokuşunda 100 metre arabayı kullanmak ve çoktan seçmeli embesillerin bile yapabileceği soruları cevaplamak yeterliydi. Yollarda trafik canavarlarının niye çok fazla olduğunun en güzel kanıtlarından biridir. Gezide bir gece Devrek'te konakladık ama oldukça farklı yerleri görme fırsatı bulmuştuk. Gölcük Gölü, Yedigöller, Zonguldak, Ereğli, Safranbolu, Yenice, Karabük ve daha birçok yer. Saçlarımızın uzunluğu ve giyim tarzımızdan Safranbolu'da ciddi laflar yemiştik. Millet kendi arasında bu adamlardan millete devlete yarar gelmez diye konuşuyordu. O ön yargılı davranışlar yüzünden Safranbolu’yu hala sevmem. Daha iş hayatına başlamamın ilk yılları olmasına rağmen, "devlete, millete yarar gelmez diyorsunuz ama devlete acaba hanginiz benim kadar vergi veriyorsunuz" diyerek lafımı da söylemeyi esirgememiştim.

Arkadaşını ya alışverişte ya da yolculukta tanı diye bir deyim vardır. Bu yolculukta ben bitmeyen saçma isteklerim ile yol arkadaşlarımı bunaltmıştım. Burada fotoğrafımı çek, yok bir daha çek, yok pencereyi aç, yok burada duralım, yok şuraya gidelim. Belli etmediler ama muhtemelen baymışlardır. Yolda acemiliğin verdiği durum ile tehlikeler de atlattık. Birkaç kez arabayı şarampole soktuğumuzu hatırlıyorum. Allahtan devrilmedik. Özellikle steyşın vagon arabaların bu tür durumlarda dengesini kaybedip devrilmesi çok sık görülen bir durumdu. Hatta ilkokul çağında tanıdığımız bir ailenin steyşın vagon araçlarının bizim aracımızın önünde devrilip kaza yapmasına şahit olmuştum. Bu kazada sınıf arkadaşım ciddi yaralanmış, kazada ağır yaralanan ağabeyi ise acil şekilde hastaneye götürmemize rağmen vefat etmişti. O yüzden steyşın vagon arabaları fazla sevmem ve dengesiz olduklarını düşünürüm. Zaten artık o şekilde dengesiz arabalar yollarda fazla görünmüyor.

Kaza ihtimalleri dışında plansız gezi bizi farklı yollara da soktu. Özellikle Yedigöller yolu ve Karabük'e bulduğumuz dağ yolu oldukça maceralıydı. Hatta ne akla hizmetse yolda otostop çeken birini de arabamıza aldık. Aslında amaç kaybolduğumuz için yolu tarif etmesiydi. Ama Karabük'e dağ yolundan inene kadar dağda ayıların parçaladığı insanların hikayesini dinledik. İster istemez bilmediğimiz bu dağ yolları şehir merkezine ulaşana kadar bize eziyetti. Şehre geldikten sonra eve gidene kadar anayollardan fazla uzaklaşmama kararı aldık.

Ortam iyiydi, iş konusunda daha mobbing nedir? Baskı nedir? Gibi kavramları hiç duymamıştık. Maaşlarımız nispeten iyi, yöneticimiz, tepe yönetimi ve çalışma arkadaşları ile ciddi problemler yaşamıyorduk. Özel yaşamımızın içine iş arkadaşlarımız iyice girmeye başlamıştı. Yani iş, arkadaşlık dengesini bozmaya başlamıştık. Tecrübesizlik ve şirketin baskıcı yapısının olmaması, profesyonel davranmamızı da engelliyor, iş ile özel yaşamı ayırmakta zorluk çekiyorduk. Günler geçtikçe ekipten ve şirketten kopmalar, şirket değiştirenler olmaya başladı. Şirketin istenen büyümeyi ve karlılığı sağlayamaması da ayrıca etkendi. Kafamda iş hayatını hala yerleştirememiştim. Sorumluluk konusunda problem yaşamıyor, derslere rağmen her sabah erkenden işe gelmeyi ve gece geç saate kadar çalışmayı sürdürüyordum. Ama bu iş sonunda bana gelecek vermeyecek, ben yalnızca okulumu bitirecektim. Asıl gelecek okul ile ilgili planlarımı gerçekleştirdikten sonra olacaktı. Yani içinde olduğum iş yerinden istifa etmek o an için çok kolay bir operasyondu.

İş konusunda danışacak profesyonel kimsenin olmaması yüzünden herkes işten ayrılma aşamalarında ileri geri değişik yorumlar yapardı. İşe girerken hatırlıyorum bir insan kaynakları bölümü ile de görüşmemiştim. Çünkü yoktu, ilk görüşmeyi benim yöneticim olan kişi ile yapmıştım. Yani işe alımlarda yönetici tamamen kendi insiyatifi ile çalışacağı kişiyi seçiyordu. İstifa konusunda millet kendi arasında konuşurken, biri yok tüm haklarım saklı kalsın yaz, yok şöyle yaz böyle yaz gibi birbirlerine yönlendirmelerde bulunuyordu. Halbuki istifa ediyorsun işte, çoğu hakkını arkanda bırakıyorsun. Çalıştığın son güne kadar sigortan yattı ise, izin paranı, çalıştığın günün karşılığını ve mesailerini alıyorsan iyi bir iş yapmışın demekti. İstifa konusunu şirkette hiç gündeme getirmemişken ani verdiğim karar ile patronun odasına girip istifa ettim. Patronun odasına gitmemin sebebi yöneticimin de benden önce ayrılmış olması ve konuşacak başka muhatabımın olmamasıydı. Adam kim bilir içinden neler düşündü. Kısa ve sıcak bir görüşmeden sonra konuyu kapatıp yollarımızı ayırma kararını kolay bir şekilde verdik. Her zaman ilk firmamı olumlu yönleri ile hatırlarım. Doğruyu söylemek gerekirse iş konusunda rahatsız eden en ufak bir olumsuzluk yaşamadım. İş hayatına son derece öğretici, insani değerleri yüksek, egolu insanlardan arınmış bir firmada başlamış olmam çok büyük şanstı.

Yoğun iş günlerinin ardından tekrar okul hayatına dönmek aslında keyifliydi. Derslere daha fazla katılıyor, ara verdiğim arkadaşlıkları yeniden canlandırıyordum. Önceki işimde kazandığım paralar beni bir müddet rahat yaşatacak gibiydi. Derslerin sabah saatlerinde olması öğleden sonralarının iş zamanına göre daha boş geçmesine sebep oluyordu. Dersler bittiğinde Beyazıt’tan Eminönü'ne doğru yokuş aşağı her zaman değişik sokaklardan aşağıya doğru yürüyordum. Yağmurlu ve karlı günlerde bu yokuşlar kayganlaşarak bazen tehlikeli de olabiliyordu. Genelde bu yolu yalnız yürümezdim, okuldan birileri oluyordu. Karşıda oturanlar vapur kullandığı için, bu yokuşları Asya yakasından okula gelen herkes muhakkak yürüyordu. İş hayatına dalmış ve daha önce başka bir üniversite okumuş olmanın verdiği tecrübe ile genelde yol arkadaşlarıma anlattığım hikayeler hep bunun üzerine kurgulanıyordu. O zamanlarda birkaç yıl tecrübeli olmak bile çok şeydi.

Hayatta başarılı olmanın temel kaidelerinden biri insanın üzerindeki stres oranı. Stresin az olması gevşekliğe yol açtığı gibi çok fazla olması da paniğe ve dağınıklığa yol açıyor. İş hayatından ayrılıp yalnızca okula devam etmek üzerimdeki stresi azalttığı için derslerime de olumsuz yönde yansımıştı. İşe devam etmediğim süre notlarımın en düşük seviyeye indiği zamanlardı. Derslere devam ediyordum, takip ediyordum ama sınav zamanı süreden kaynaklı o yaratıcı baskıyı yaşamıyordum. Özetle derslere çalışırken stres baskısı olmadığı için yeteri kadar konsantre olamıyordum. Tekrar bu stresi yaratmam gerekiyordu, derslere olumsuz etkisinin olmadığını da anlayınca tekrar işe girmenin en mantıklısı olduğuna karar verdim. Daha askerlik yapmamışım, okula devam ediyorum, tecrübem toplasan iki sene ama iş bulma konusunda en ufak bir şüphem yoktu. Hemen bulacağımı düşünüyordum. İş aramaya başlamamıştım, tam hareketlenmeyi düşünürken eski firmamdaki yöneticim aradı. Yeni başladığı firma için sistem analistine ihtiyacı varmış. Ben her zamanki tarzımla istemem, yoğunum gibi ayaklar çekmeye başladım. Aklım sıra kendimi ağıra satıyordum. Hedefimi okul bitene kadar işte çalışmak sonrasında da askere gitmek olarak koyduğumdan aslında bu telefon görüşmesi çok ciddi bir şanstı. Sonuçta arayan zaten tanıdığım biri, beni ilk işe alan müdürüm, çalışma tarzını biliyorum, tecrübesini de biliyorum daha ne olsun? Ayrılmadan önce hepimizi toplayıp tek tek artılarımızı eksilerimizi söylemişti. Bana en kötü huyumun bir şey talep edildiğinde tepki vermem, itiraz etmem olduğunu söylemişti. Mantıksız talepler karşısında kolay bırakılacak bir huy değil ama seneler geçse de bu öğüdü hep hatırlarım, gerçi bu huyumu çok fazla geliştirdiğimi söyleyemem. Yapacaklarımın yönetilmesi beni hep rahatsız eder.

İş hayatında network teriminin karşılığının ne olduğunu da öğrenmiştim. İşe girmek için daha önce çalışılan firmadakiler ve paydaşlarda bıraktığın izlenim çok önemli. Bunun en somut örneğini çok genç yaşta öğrenmiştim. Elinden bir kişi tutunca o işe girmek çok daha kolay oluyordu. Firmalar ne kadar kurumsal olsalar da, işe girenlerin tanıdık vasıtası ile seçilme şansı her devirde çok daha yüksek oluyor. Ama bazı zamanlarda yöneticinin işe almak için gösterdiği çabalar bürokrasiye de takılabiliyordu. Nitekim benim başıma bu bürokratik engeller geldi. Ocak ayında başlamak için el sıkıştığım iş bürokratik süreçler gerçekleşemediği için Mart ayını buldu. Bunun ana nedeni çalışacağım firmanın özel bir firma olmasına rağmen aslında belediye altında bir şirket olmasından kaynaklıydı. Ocak başında işbaşı yapacağım derken bir telefon iş Şubat'a uzadı, Şubat başı aynı şey tekrar etti. Bu sefer Martta işbaşı. Yapacak bir şey yok, telefon gelince bir ay yine okul moduna devam. En zor kısımlardan biri de sözlü anlaştığın işe başlamayı beklemektir. Ya cayarlarsa, ya başkasını alırlarsa, söz veren kişi işten ayrılırsa gibi kafada binlerce soru dolaşır durur. Hele önceki çalışılan işten nasıl olsa yeni iş buldum diye istifa edilmişse bu bekleme süreci çok daha stresli bir hal alır.

Tamamen değişik bir macera daha başlamıştı. Bu sefer oldukça merkezi bir noktada, çok katlı ve büyük bina içinde çalışmaya başlamıştım. Buram buram devlet dairesi havası esen, daha çok okul yapısına benzer, müdürler, daire başkanları için özel odalar ayarlanmış bir çalışma ortamı. Yani çalışırken yöneticini görmüyorsun. Gelip ekranına falan bakmıyor. Gerçi daha internet gibi ekranda ne yaptığını dışarıya gösteren platform da yoktu. Hep kapkara giriş ekranları açıktı. Buna karşılık çok daha bariz kaytarma metotları vardı. Sayfa sayfa gazete okuyanlar, çocuklarını yanında getirip ilgilenenler, kazak örenler, sıkı ve uzun muhabbet edenler, müzik dinleyenler. Çalıştığım yerin okuluma çok yakın olması ve ortamın bu şekilde ders çalışmaya müsait olması oldukça işime gelmişti. Öğlen aralarında okula kadar yürüyerek ders notlarını almam, asılı duran sınav tarihlerine ve sonuçlarına bakmam çok kolaydı. Hatta bazen öğle tatillerinde derslere bile giriyordum.

Beni en çok hayrete düşüren çalıştığım katta bulunan sistem odasıydı. Sistem odası zamanının son derece ilerisinde, daha otomatik kapı kültürü bile yokken parmak izi veya şifre ile girilebilen bilim kurgu filmlerinden çıkmış gibiydi. İçerisi çok fazla kişinin çalışmasına imkan tanıyordu. Genelde plotterlar ile uzun dökümler yapıldığı gibi çok sayıda geniş ekranlı monitörler vardı. Bu monitörler ile İstanbul'un nazım planı incelenirdi. Nazım planı incelenirken İstanbul'un uzaydan çekilmiş fotoğrafları da görünüyordu. Sistem odasının içerisi hem serin hem de tertemizdi. Açıkçası binanın en prestijli kısmıydı.

Yine kimsenin çok anlamadığı işi yapıyordum. Bu sefer farklı bir yazılım dili olan Cobol ile çalışıyordum. İngilizcesi "Common Business Oriented Language". Garip bir yapısı olan anca programcılık tam olarak öğrendikten sonra kullanılan değişik bir dil. Üniversitede dersini iki dönem boyunca görmüştük. Üniversitede teorik görülen bir dili gerçek hayatta kullanmak kolay değildi. Hele başkasının yazdığı kodlar üzerinde çalışmak çok daha zordu. Cobol programı ile belediye bünyesinde çalışanların maaş hesapları yapılıyordu. En ufak bir katsayı değişimi, vergi değişimi program üzerinde parametreleri değiştirmek zorunda bırakıyordu. Sonuçta paraya dokunan bir iş, dikkatli olmak lazımdı. Program hazır olduktan sonra çalışanların maaş değişiklikleri operatörler tarafından sisteme giriliyordu. Sonrasında kontroller ve bordro basımı. Standart devam eden bu işi götürmek çok zor değildi. Yalnızca program içinde yapılan küçük değişiklikler durumu kurtarıyordu. Tam böyle rutine bağlamış, dersleri de yoluna koymuşken katma değer vergisi için fatura toplama ve vergi iadesi gündeme geldi. Bu durum programlarda revizyon gerektiriyordu. Artık bakım için yaptığım basit işlemler dışında yeni programlar geliştirmem gerekiyordu. Doğal olarak Cobol konusunda yardımcı olacak kimse de yoktu. Temeli düzgün atılmayan inşaat gibi yeni yazdığım programında temeli zaman yetersizliğinden dolayı tam değildi. Üzerine yama yapa yapa programı idare eder bir hale getirdim. Artık program personelin vergi iadelerini hesaplayacak hale gelmişti.

Gündeme gelen KDV fişlerini toplama ve kayıt altına alma işi, beni ilgilendiren yazılım kısmı dışında tüm çalışanları ilgilendiriyordu. Fişler artık resmen paraydı. Çalışanlar vergi iadelerini alabilmek için tüm çevresindekileri fişler konusunda uyarmış, kazandıkları para kadar fiş toplamak için ellerinden geleni yapıyorlardı. İşin en zor yanı fişleri teslim etme zamanı yaklaştığında dosyaya elle bu fişlerin detaylarını yazmaktı. Milletin aklı son gün geldiğinden genellikle fişleri zamanında yetiştirebilmek için sabahlamak bile gerekiyordu. Market fişlerinde geçmeyen kalemleri çizmek, fiş tutarını tekrar toplamak hep zaman alıyordu. Piyasada fiş yazma zamanı yığınla naylon fiş dolaşmaya başlardı. Bu fişleri riske girip alanlar karaborsaya ödedikleri paradan daha fazlasını vergi iadesi olarak alırlardı. Yıllarca süren bu uygulama fiş yazma sektörü diye bir iş kapısı bile açmıştı. İnsanların emekleri, zamanları boşa gitti. Yalan yanlış kontrol edilmiş fişler, naylon faturalar, yanlış yazımlar hem devlete hem de çalışanlara para kaybettirdi. Yine de en güzel yanı maaş zamanı bu paraları geri almaktı. İlaç gibi geliyordu. Aslından bir cebimizden çıkarıp diğer cebimize parayı sokuyorduk.

Devlet dairesi kültürü yerleşmiş olduğundan genelde bölüm müdürleri, daire başkanları ne iş yaptığım ile ilgilenmezdi. Bir nevi başıboş, kendi kafama göre takılıyordum. Problem çıkmadıkça sorunda yoktu. Herkes kendi derdindeydi. Bir gün İstanbul'un en uzak noktasına sürülme riski memurlar için hep vardı. Müdür olan bir memurun belli bir zaman sonra yan masada düz memur olması da çok sık görülen bir durumdu. Hele belediye başkanının değişmesi demek çoğu memur için Hadımköy kapılarının sonuna kadar açılması demekti. Hadımköy o günlerde İstanbul'un sürülebilecek uç noktasını temsil ediyordu. Uzak noktalar hem iş olarak hem de ulaşım imkanları olarak en kötü noktalardı. Sözleşmeli olanların birçok olumsuzlukları olmasına rağmen en azından bu tür saçma sapan riskleri yoktu. Bu tür çalışma ortamları kariyer beklentisi olanlar için tercih edilecek en son yerlerdir. Ete süte dokunmadan düşük gelir ile kafam rahat olsun diyorsanız tercih edilebilir, tabii pozisyon için etkili bir tanıdık bulunabilirse. Yöneticilerin ortamı serbest bırakması kişisel ilişkilerin oldukça iyi olmasını sağlıyordu. Genelde çalıştıkları kişinin kim ile ne derece ilişkisi var bilinmediğinden belki de yöneticiler Hadımköy riskine girmemek için bu şekilde davranıyorlardı.

Okul, iş hayatı, ev düzeni oldukça ahenkli gidiyordu. Çünkü iş yeri çok fazla yormuyor, aynı zamanda mesai saatlerinde ders çalışmaya bile zaman kalıyordu. Lokasyon yüzünden yolda çok vakit geçirmiyor, hatta rahattan rahatsızlanıp Almanca öğrenmek için Taksim'de Alman Kültüre bile devam ediyordum. Dil konusunda tecrübelerim şunu gösteriyor. Çok dil bilmek inanılmaz büyük avantaj. Evet ama yabancı dili ne seviyede anlayıp kullanabildiğin çok önemli. İngilizceye orta seviyede hakim olup konuşmakta zorlanıp, problem yaşıyorsan ikinci bir dili öğrenmenin hiçbir anlamı yok. İki dili yarım yamalak bileceğine tek dile çok iyi derecede hakim olmak kesinlikle daha avantajlı. Dil kişiden kişiye değişen bir yetenek olduğu gibi özellikle ilköğretiminden itibaren yabancı dil kültürü yerleşmiş okullarda okumuş öğrencilerin dil başarısı kesinlikle daha fazla. Zaman geçirme amaçlı gidilen yabancı dil kurslarının birkaç sene içinde kafada en ufak kalıntı bırakmadığını da test edip onayladım. Üniversitedeki hazırlık sınıfları bile erken öğrenilmiş yabancı dilin verdiği avantajı vermeyi başaramıyor. Geç kalındı ise muhakkak dilin konuşulduğu ülkede de yaşamak gerekiyor tamamı ile hakim olabilmek için.

Belediye Başkanının seçileceği seçim yaklaşırken şirket içinde biz de küçük anketler yapmaya başlamıştık. Seçim sonuçlarını tahmin etmeye çalışıyorduk. Çalışanları son derece etkileyecek bu durum beni çok fazla ilgilendirmiyordu. Okulda son seneye girmiştim. Artık tek amaç bir an önce okulu bitirip, işten ayrılıp hızlı bir şekilde askere gitmekti. Aslında insana dayatılan bu sıralamayı bozmak mümkün olabilirdi. Yurt dışında çalışma imkanını zorlamak, daha kurumsal bir yapı içinde çalışmak gibi. Her zaman askerlik konusu engel olabileceği için bu alternatifleri zorlamayı düşünmedim. Belki de hem ülkenin hem de yakın çevremin içinde bulunduğu ortam bunu gerekli kılmadı. İnternet imkanı olmadığı için dünyaya açılabilmekte çok kolay olmuyordu. Yabancı firmalar ile en büyük yakınlaşmam yabancı dergilerde bulunan katalog isteme formları ile sınırlıydı. Adamlara bu formları yollayıp en son kataloglarını ve materyallerini isterdim. Birkaç ay sonra mutlaka dönüş olurdu. Bazen küçücük bir zarf ile ilgilendiğiniz için teşekkür yazısı, bazen de ürettikleri ürünlerden numuneler veya bilgi diskleri gelirdi. Yollanan numunelerden bazıları gümrükte takılıp kalırdı. Gümrükten mektup yazarlardı gelin alın diye ama gelen numune için kim gidecek, bırakırdım gümrüğe.

Türkiye'nin sonucuna göre sonraki günlerini, hatta uzun yıllarını etkileyecek olan yerel seçim günü geldiğinde hala kimse kesin bir fikir söyleyemiyordu. Seçim sonuçları da tahmin edilemediği gibi birbirine çok yakın çıkmıştı. Üç partinin adayı %20 oranının üzerinde oy almıştı. Seçim sonunda iki sağ parti ilk iki partiydi, Refah Partisi %25 ile %22'lik Anavatan Partisi'nin önünde seçimi kazanmıştı. Arkasından gelen sol parti SHP %20 oy alabilmişti. Seçimin sonunda diğer bir deyiş ile yeni CEO'muz belli olmuştu. Ankara belediye başkanlığının da aynı parti tarafından kazanılması ülkede genel olarak islamcı bir politika uygulanma tedirginliğini gündeme getirdi. Televizyon kanalları bu konuyla ilgili yeni seçilen belediye başkanlarını devamlı programlara davet ediyorlardı. Onlar da ellerinden geldiğince politikalarının düşünüldüğü gibi olmadığını halka anlatmaya çalışıyorlardı. Aynı sıkıntılar belediye çalışanları tarafında da devamlı konuşuluyor, bir kesim özgürlüklerini, bir kesim de işlerini kaybetme korkusu ile tedirginlik yaşıyordu. Seçim sonrası bazı çalışanlar daha iyi pozisyonları kapabilmek için renklerini belli etmeye başlamıştı. Değişimi rahatlıkla gözlemleyebiliyordum.

Firmalarda çalışanların motivasyonunu yükseltmek, arkadaşlık bağını güçlendirmek için bazen sosyal faaliyetler yapılır. Bu faaliyetlerin bazılarını şirketler kendi bütçesinden karşılar. Kimi şirketler elini cebine atıp ciddi paralar harcarken bazı şirketler ise kuruş bile harcamaz. Şirket kuruş harcamayınca çalışanlar kendi imkanları ile faaliyet yapmaya çalışır. Bizim de yapabildiğimiz tek faaliyet halı saha maçlarıydı. Kendi aramızda para toplar genellikle Kumkapı civarında sahile yakın halı sahalarda maç yapardık. Halı saha maçlarının öncesinde doğru dürüst ısınmaz hemen maça başlardık. Gün boyu şirkette koltukta oturup bir anda içimizdeki enerjiyi sahaya ısınmadan yansıtmaya çalışmamız aslında bildiğin intihardı. Şansıma halı saha maçlarında oynarken ölümle sonuçlanan bir vaka yaşamadım, ama kendi başıma gelen kol kırılması, göğüs kafesi çatlaması ve ayak bileği burkulması sakatlıklarından sonra uzun süre devam ettiğim halı saha maçlarına makul bir yaşta veda ettim. Halı saha maçları oynadığımız zamanlarda Maradona, Pele ile birlikte dünyada hala en bilinen futbolcuydu. Halı sahada oynarken kendimi Maradona ile özdeşleştiriyordum. O da terk etti bu dünyayı zamansızca. En esprili anılardan biri de o günlerde yıldızı Türkiye'de parlayan Şifo Mehmet'in çakması olarak düşündüğümüz Mehmet isimli arkadaşımıza Sifon Mehmet ismini takmamızdı. Şifo Mehmet'te ismini Belçikalı ünlü futbolcu Enzo Scifo'dan alıyordu. Malum yeni belediye başkanımızın da futbol geçmişi vardı.

Değişimin etkisi çok kısa zamanda görülmeye başlamıştı. Çalışanlardan daha önce başı açık olup kapanmaya başlayanlar, takunya ile dolaşanlar, abdest aldığını göstermek için omzunda havlu taşıyanlar ortaya çıktı. Ramazanda dışarıda yemek yemeye çıkıp geldiğimi anlayanlar espri ile karışık, bak üzerine şu yemeği dökmüşsün, bak yakanda pirinç tanesi kalmış gibi dokundurmaya başlamışlardı. Bunların hepsi ben de sizdenim demek için ilgiyi üzerilerine çekmek isteyenlerdi. Asıl değişim bilgi işlem bölümüne iyi eğitimli, iş yapma yeteneğine sahip, çalışkan bir grubun gelmesi ile oldu. Yavaş yavaş yapılan işlere hakim olmaya başladılar.

Kısa dönem için planladığım hedeflerimin sonuçlanması artık iyice yaklaşmıştı. Okul bitmek üzere, finaller de başlamıştı. Yeni gelenler, değişen yönetim, takunya giyenler beni hiç etkilemiyordu. Finaller çok kısa zaman içinde tamamlanacağından hepsini bir arada çalışmaya başlamıştım. Son dönem olduğu için hatanın telafisi yoktu. Boşu boşuna bir seneye mal olabilirdi. Bazı sınavlarda takıldığım yerlere bakabilmek için küçük, gömleğin yaka cebine girecek konu başlıklarını yazdığım not kağıtları hazırlardım. Takıldığım bir konu olduğunda yazdığım başlığa bakar, çalıştığım detayları daha kolay hatırlardım. Bu taktikten hiç sıkıntı yaşamamıştım, zaten bazı sınavlar kitap defter açık yapılırdı. 

Son iki sınav kalmıştı. Diğerlerini geçtiğimi düşünüyordum. Yine çalışma notlarım cebimde aynı taktikle sınava girdim. Artık konuları bilsem bile istem dışı kağıtlara gözlerim takılıyordu. Girdiğim sınav sayısal ağırlıklı olmasına rağmen ben notlardan bilgi aramaya koyuldum. Dalmış bir şekilde kağıtları cebimde çeviriyordum. Muhtemelen sınav soruları dışında yine hayal alemine dalmışken sonraki dönemlerde önemli bir ekonomi profesörü olan sınavda görevli hoca kağıdımı aldı. Ben ne oluyor derken sınav kağıdı elimin altından kaydı gitti. Söyleyecek bir şey yok, yapmadım desem kağıtlar cepte duruyor. Ver dese ders ile ilgili notlar. Mecburen sınavı tartışmadan bırakıp çıktım. Tek ders sınavına kendimi hazırladım. Tek ders sınavı demek okulun en az Kasım'a kadar uzaması demekti. Planlarımda gecikme olmuştu.

Sınav sonuçları okulun genellikle dışarıdaki kısmına, ek binaya asılırdı. Sonuçlara bakarken bir dersten 39 aldığımı gördüm. Tekrar, tekrar baktım asılı not 39'du. Ulan dedim son sene, son dönem 39 ile öğrenci mi bırakılır. Diğer taraftan kağıdım sınavda alındığı için koca bir sıfır daha var. Yani gözümün önünden bir sene bir anda kaydı gitti. Hemen bir aksiyon almam lazımdı. Hem okulun bitmemesine hem de çalıştığım firmada daha uzun süre kalmaya dayanacak sabrım yoktu. Bir an önce hayatımı düzene sokmak istiyordum.

İlk iş 39 veren hocayı bulup konuşmaktı. Hoca o zamanlar oldukça ünlü bir haber spikerinin de kardeşi bu arada. Telefon falan yok ki, ders girişi ya da çıkışlarında yakalamam lazım. Bir taraftan işe gidiyorum. Hocanın ders programını aldım. Ders çıkışı kapıda beklemeye başladım. Yakalayınca, "Hocam, sizin dersten 39 almışım, aslında soruları yapmıştım, tam son dersim, falan filan" hikaye yazmaya başladım. O zaman git öğrenci işlerine dilekçe ver, sonra değerlendirmeye alayım dedi. Hemen aksiyon alıp dilekçeyi yazıp öğrenci işlerine teslim ettim. Bu arada hoca tek ders sınavı için para vereceğimi de arada söylemişti. Umurumda olmadığını kendisine de söyledim. O parayı ödemesem zaten bir sene daha okuyacağım. Üç kuruşu düşünecek halim yoktu. Dilekçe eline geçtiğinde notu düzelteceğine söz verdi, rahatlamıştım. İki, üç hafta geçti ben öğrenci işlerine gidip geliyorum düzelen not falan yok. Stres tavan yapmış durumda, bir taraftan diğer kaldığım ders için tek ders sınavını kaçıracağım, zaman iyice daralmıştı. Mecburen yine hocayı bulup konuşmam lazımdı. Bu sefer derse girmeden yakaladım kendisini. Amfi dolmuş ben kapıda hocayı yakalamaya çalışıyorum. Garip bir durum. Hızını kesmedi derse girdi. Ben de peşinden kürsüye geldim. Hocam benim dilekçe ne oldu falan diye gevelerken o amfideki kalabalığa dönüp işte mezun olmak için son sınıf öğrencileri beni hep böyle yakalıyor diyerek espri yaptı. Bana dönerek "ya o iş tamam, ben dilekçeyi onaylayalı nerede ise bir hafta oldu" deyince koşar adımlar ile öğrenci işlerine gittim.

Öğrenci işlerinde çalışanlara dilekçenin onaylandığını ve kendilerinde olduğunu söyledim. Şöyle arıyormuş gibi yapıp çekmecelere baktılar. Yine her zaman yaptıkları gibi yok bize gelmemiş dediler. Ben iyice sinirlendim, o zaman dedim çekmeceleri ben arayabilir miyim? Daldım çekmecelere bakmaya başladım. İlk önce çalışanların tarafındakilere baktım, tüm evrakları inceledim yok. Sonra odanın diğer tarafında duran dolapların çekmecelerine bakmaya başladım. Aralarında soyadımın olduğu bir kağıdı görünce hırsla aradan çekip çıkardım. Dilekçeyi okudum, baktım evet aradığım dilekçe. Bulduğuma mı sevineyim, öğrenci işlerindekilerin lakayıtlığına mı sinirleneyim, amfide madara olduğuma mı sinirleneyim bilemedim. Çok fazla konuşmadan oradan hemen uzaklaştım. Bu aşamadan sonra tek ders sınavı için para ödeyip, tekrar dilekçe vermem gerekiyordu. Tek ders sınavına girebilmek için yeni dilekçeyi tekrar getirdiğimde artık beni tanıyorlardı. Sıkıntı yaşamadan bu dilekçe faslını kapattım. İşini iyi takip etmeyen insanlar yüzünden, diğer insanların nasıl etkilendiğini de ciddi bir deneyim ile öğrenmiş oldum. Aslında işi bu duruma getiren bendim. Sınavda dikkatsizliğim bu duruma neden olmuştu.

Tek ders sınavının sonuçlarının açıklanması ve okuldan mezuniyet belgesini almam Kasım ayını bulmuştu. Hem işten ayrılmam hem de Nisan ayında askere gitmem için elimi çok çabuk tutmalıydım. Yoksa dört ay daha aksayacaktı askerlik işi. Nereden öğrendiysem artık askerlik için acil dilekçe verilebileceğini öğrenmiştim. Mezuniyet belgesini aldıktan, askerlik için dilekçeyi verdikten sonra yapacak tek şey şirketten ayrılmaktı.

Askere gideceğimi sözlü tebliğ ettikten sonra gitmemem için baskılar başlamıştı. Özellikle tüm maaşların takip edildiği programın sorumlusu ben olduğum için biraz panik başlamıştı. Her seferinde farklı bir yönetici ikna etmek için benimle görüştü ama ben kafaya takmıştım, artık noktayı koyup buradan gidecektim. Seneler sonra orada kalsam kazanacaklarımın çok fazla olabileceği gerçeği önüme çıksa da ben doğru bildiğimi yapıyordum. Değerlerimi kurumsal menfaatler için çiğnememek her zaman ana prensiplerimden oldu.

Bir firmadan ayrılırken haklarını bilmenin çok önemli olduğu gerçeğini hala kavrayamamıştım. İlk firmamdan istifa ile çıktığım için bir hak talep etmemiştim. Ama burada ayrılmam askerlik hizmeti için olduğundan alabileceğim kıdem tazminatım vardı. Bunun bile farkında değildim. Çıkış görüşmesi için genel müdür yardımcısı ile görüşmem lazımdı. Yani hikayeyi ona anlatacaktım. Okul bitti, askere gidiyorum, acil başvurdum falan filan. Randevu aldım görüşme günü için bekliyorum. Görüşeceğim bina farklı bir yerde, hatta İstanbul'un karşı yakasında. Atladım görüşme günü gittim, cep telefonu olmadığı için görüşme iptal olsa bile bilgi almam yoldayken imkansızdı. Sekreteri ile görüştüğümde, görüşeceğim kişinin trafik kazası yaptığını, gelemeyeceğini söylemesi üzerine tekrar görüşmeye gitmeye bile üşendim. Sonradan öğrendiğimde trafik kazası oldukça ciddi boyuttaydı. Zaten kısa bir zaman içinde görüşmenin gerçekleşmesi mümkün değildi. Hiç uğraşmadan hakkım olan kıdem ihbarını bırakıp şirket ile ilişkimi kestim. Artık kuş gibi özgürdüm. Okul bitmiş, çalıştığım bir iş kalmamış, askerlik içinde gün saymaya başlamıştım...

Ne kadar hızlı askerlikten kurtulursam o kadar iyidir diye düşünerek askerliğimi kısa dönem yapmayı planlıyordum. Şansıma istediğim oldu. Başvuru ve görüşmeler sonrası denizci kısa dönem er oldum. Kısa dönem denizci erlerin acemilik görevini yerine getirdikleri Poligon'a düşünce tam anlamı ile turnayı gözünden vurdum. Askerlik için memlekete geri dönmüştüm. Gerçi askerlik süresince memlekette miyim yoksa farklı bir yerde miyim anlama imkanı olmuyordu. En büyük avantaj hava durumuydu. Nisan ayında hava durumu genel olarak diğer bölgelerden çok daha iyiydi. Soğuklar geçmiş, sıcaklar daha gelmemişti. Yaklaşık bir ay süren acemilik boyunca her gün birbirinin fotokopisi gibi geçti. Genelde aynı yaşlarda üniversite mezunu olan gençler iletişim kurmakta zorluk çekmiyordu. Koğuşlarda muhabbetin dibine vuruyorduk. Kimi liseden kimi üniversiteden hatta ilkokuldan arkadaşlar birbirleri ile bu ortamda karşılaşmışlardı.

Kısa dönem denizci erlerin torpilli olduğunu düşünmeleri ile birlikte erlerin eğitim düzeyi astsubay olan komutanların daha mesafeli davranmasına neden oluyordu. Öyle bağırma, hakaret etme olayları hiç olmuyordu. Yaptığımız en ağır görev nizamiyede düzenli koşulardı. Koşu dayanıklılığı olmayanlar için zordu ama sağlığına dikkat edenler için çok yararlı bir aktiviteydi. Karavana yemeği dışında pizza yapan bir kafe vardı. Cebinde parası olanlar bu kafeden pizza, ayran, kola temin edebiliyordu. Sınırlı süreli olmak kaydı ile ziyaretçiye de izin vardı. Zaten tüm süre bir aydı. O yüzden çok zorlayıcı ya da kafaya takılacak bir zorluk yoktu. Hep ailesi ile yaşamış, daha önce kendi başına ya da arkadaşları ile evde, yurtta kalmayanlar zorluk çekebiliyordu. Ama o kadar tecrübenin kimse için bir zararı yoktu. Koğuşlar genel olarak çok kalabalıktı. Giyilen elbiseler ve ayakkabılar daha önceki devrenin kullandıkları olduğundan ilk aşamada rahatsız ediyordu ama sonrasında bir yolunu bulup yıkıyorduk. İlk başta giysileri temiz seçebilmek oldukça önemliydi. Özellikle ayakkabıları seçerken hepsi bir noktaya yığılmış olduğundan uygun numarayı bulmak, diğer tekini de en azından aynı yenilikte bulabilmek hayatiydi. Çiftini bulamayıp her iki ayağı farklı numara giyen askerler bile oluyordu. Ortamda herkes aynı giyindiği için aslında kimse kimseye bir laf etmiyordu. Uzun süre pis kalmakta da sorun yoktu. O yüzden öyle evdeki gibi banyo ihtiyacı olmuyordu. Ayrıca yenen yemeklerin içeriğinden ve abur cubur yememekten tuvalet ihtiyacı bile sivil hayattaki gibi değildi. Devamlı koşup, hareket ettiğimiz için sanki kendi içimizde tüketiyorduk. Zaten tuvaletler bir denetleme falan olacaksa temiz kalması için kapatılıyordu. O durumda artık nizamiye içinde bir yer bulma mecburiyeti vardı. Küçük bir dere akıyordu. O derenin üzerine tünemiş ihtiyaç giderenleri bile görmüştüm.

Okul arkadaşları, memleket arkadaşları derken televizyonda çıkan, sinema oyuncusu, spiker birçok ünlü de aynı mekanda askerlik yapıyordu. Hepimiz aynı koşullarda, koğuşta günlerin geçmesini bekliyorduk. Genelde koğuş önündeki merdivenler, boş alanlar muhabbet yerleriydi. O bir ay içinde insanın yaptığı tek sosyal şey konuşmak, muhabbet etmekti. Her türlü muhabbet dönüyordu. İnsanlar çalıştığı, yaptığı işlerden bahsediyor, bazen konu dine bile geliyordu. Bu ortamda farklı dinlerden, inancı olmayan insanlardan hepsi ile yakın samimi muhabbetler döndü. Ağır eleştirilerde bile insanlar birbirini kırmıyordu. Belki de bu konuların en şeffaf masaya yatırıldığı ortam koğuşların önündeki merdivenlerdi. Bir Musevinin bir müslüman için düşündüğü en detaylı karşı görüşleri bile öğrenebiliyordum. Empati yapabilmek ve insanların net fikirlerini dinlemek son derece iyi bir tecrübeydi. En önemlisi bu konuları medeni şekilde tartışabilmek ve kimsenin birbirini kırmamasıydı. Yıllar geçtikçe o medeni ortamı yakalayabilmekte çok zorluk çektik.

Metrekareye çok fazla kişi düştüğü için tur atarken karşılaşılan eski arkadaşı bir daha görmek bazen mümkün olmayabiliyordu. Fırsat buldukça eğer birinde fotoğraf makinesi varsa toplu fotoğraflar çekiliyorduk. Tabii o çekilen fotoğrafların çok azına sahip olabildik sonunda. Yemin töreni yaklaştıkça artık ayrılma psikolojisi ağır basmaya başladı. En önemli konu , kalan yedi ay için nereye yollanacağımızdı. Diğer birimlerden farklı olarak denizciliğin avantajı gidilecek yerlerin deniz kenarı bölgeler olmasıydı. Deniz kenarında olmayan ve gitme ihtimali olan tek yer Ankara, gidilecek en uzak mesafe muhtemelen İskenderun’du. Yani denizciler daha en baştan terörün ve çatışmanın olduğu bölgelerden nispeten uzak duruyorlardı. Bununla birlikte bir savaş gemisinde ya da denizaltıda olma ihtimali de unutulmamalı. Özellikle denizaltı görevi her babayiğidin yapacağı iş değil. Günyüzü görmeden günlerce küçücük bir odada zaman geçirmek, yattığın yatakta dönememek, kısaca nefesi bile doya doya içine çekememek kolay değil.

Yoğun koşu temposu, yetersiz beslenme ve hareketlilik fazla kiloları bir ay içinde götürmüştü. Artık yemin törenine hazırdık. Klasik askeri törenlerde olduğu gibi sıralı bir şekilde tribünde izleyen komutanlar ve ailelerin önünden geçtikten sonra yemin törenine parça parça katıldık. Bayrak huzurunda edilen toplu yemin ile artık sözde acemilikten çıkmıştık. Kafa değişmedikçe değil bir ay aylarca eğitim görsen bile asker olunmaz. İnsanda savaşmak içgüdüsü olması lazım. Yoksa bizim gibi bitse de gitsek mantığındakiler için değil bu iş. Yemin töreni sonrası ailemin evine gitmem en fazla yarım saatimi almıştı. Acemilik artık sanki hiç yaşanmamış gibi unutulmuş bir anı olmuştu benim için. Bu arada acemilik sonrası askerliğimi devam ettireceğim yer de belli olmuştu. Artık gerçekten torpil mi yoksa şans mı yanımdaydı bilinmez, hayatımda yaşadığım iki şehirden birincisinde acemiliği bitirmiş, ikincisine ise askerliğin devamını yapmak için tekrar geri dönecektim. Yani o askerlik yap farklı şehirler gör stratejisi benim için tamamen çökmüştü. Hatta devamlı yaşadığım Boğaz'dan da uzaklaşmıyordum. Hayatımın akışına baktığımda İstanbul Boğazı benim için her zaman en önemli lokasyonlardan biri olmuştur.

Verilen tatil arasında Kadıköy'deki evime tekrar geri dönmüştüm. Kadıköy büyük bir ilçe ama evim hakikaten Kadıköy diye bilinen en merkezi alandaydı. Vapur iskelesine yürüsen beş dakika, Moda'ya gitsen en fazla on dakika yürüme mesafesindeydi. Metalcilerin mabedi diye adlandırılan Akmar Pasajının dibindeydi. Kadıköy'ün o kendine has kokusunu içime derin derin soluduktan sonra birliğime teslim olmak için hazırlıklarıma başladım. Üsküdar'dan tek otobüs ile uzun bir yolculuk sonrası birliğime gidebiliyordum. Üsküdar Kadıköy arası ise diğer otobüsün aldığı yol ile kıyaslandığında bana kısacık geliyordu. Yoldan bile saymıyordum. Bir an önce bitmesini istediğim bir macera daha başlıyordu. Nasıl bir yer ile karşılaşacağımı merak ediyordum.

Acemi birliğinin o kalabalık ortamı gitmiş, sakin Boğaz kıyısında oldukça geniş alana yayılmış askerliğimi yapacağım yere gelmiştim. Ortama girilen kapı resmen Anadolu Kavağı'nın içinde merkezi bir yerdeydi. Kapıdan çıktıktan sonra elli metre yürüsen balık lokantalarının yanına gidilebiliyordu. İçerideyken balık lokantalarından yayılan balık ve rakı kokusunu koklamak için lokantaların olduğu bölgeye gitmeye bile gerek yoktu. Askerlik yapıyorsun bir tarafta Boğaz'ın temiz havası diğer tarafta balık ve rakı kokusu. Aslında askerlik yapıyor olsak da çok sıkı değildik, gece belli saatten sonra kapıdan çıkıp Anadolu Kavağının içinde gezinmek bile nöbetçi tanıdıksa mümkündü. Ben hafta sonları evci çıkma derdinde olduğumdan öyle kısa kaçamaklara fazla rağbet etmiyordum. Kapıdan dışarıya çıkmadan da gezilecek alan oldukça yeterliydi. Koğuşlar acemi birliği kadar kalabalık değil, daha ferahtı. İlk izlenim askerliğin burada oldukça keyifli geçeceği yönündeydi.

Askerliği birlikte yaptığımız arkadaşlar çoğunlukla uzun dönem erlerdi. Kısa dönem askerler azınlıktaydı. O yüzden kısa dönem erler genellikle ofis işlerinde çalıştırılıyorlardı. Diğer işler uzun dönemler arasında paylaştırılmıştı. Ofis işi denince bilgisayar başı iş falan diye düşünmemek lazım, en modern alet daktiloydu. Çocukluğumda evdeki eski daktilo ile yazı yazmayı çok severdim. Şimdi karşıma bu fırsat sonuna kadar gelmişti. Her evrağı daktilo ile yazıyordum. Daktiloya yabancı değildim ama bilgisayarlardan sonra attan inip eşeğe binmiş gibi olmuştum. Yazdığım kağıtlar bile sarı teksir kağıtlarıydı. Genellikle resmi yazışmalar, teskereler, izin belgeleri yazıyordum daktiloda. Devamlı büroda olunca izin isteyen, hastaneye sevk isteyen, nöbetini değiştirmek isteyen, rapor getirenlerin hepsinin uğrak yeriydi. Yavaş yavaş nöbet ve izinleri ayarlama konusunda söz sahibi olmaya başlamıştım. Gündüz çalıştığımız için bize tutturulan nöbetler hep gece vardiyasındaydı. Dört saatlik nöbeti çeşitli nöbetçi subaylar ile beraber tutuyorduk. Ana görevimiz onlara destek olmaktı. Nöbet süresince ister istemez muhabbet gelişiyordu. Bazen sivil hayat ile askerlik koşullarını karşılaştırır derinlemesine konuyu masaya yatırırdık. Hepsinin karakteri farklıydı. Kimi otoritesinden hiç ödün vermeyen yapıda, kimi ise içindeki duygusal karakteri açığa çıkaracak kadar açıktı. Nöbetin en zor kısmı gece 12 ile 4 arasındakiydi. Tam uykunun en derin olması gereken zamanda nöbet tutmak oldukça yorucuydu. Ertesi gün uyuma imkanı olmadığından ortalıkta zombi gibi dolaşmak zorunda kalırdık. Az uyuma alışkanlığımı askerde kazandım. Aslında az uyuma alışkanlığı hayatı daha uzun yaşamama yarayacaktı. Az uyumanın vücudumda olumsuz bir etkisini görmedim. Hafta sonları öğlene kadar uyuma alışkanlığı olanları anlayamıyorum, önemli olan uzun süreli uyumaktan çok düzenli saatler aralığında uyuyabilmek.

Yazıcılığın avantajı ile olağan dışı bir olay yoksa Cumartesi sabahı evci çıkıp eve gitme şansı yakalıyordum. Eve gelip denizci üniformasını çıkarıp ayakları uzatmak, duş almak, sonrasında Kadıköy sokaklarında rahat rahat gezmek o günler için paha biçilemezdi. Pazar akşama doğru yine üniformamı giyip birliğime geri dönüyordum. Bazen tam evci çıkmaya hazırlanmışken gelen emir ile yerimize çakılabiliyorduk. Sonuçta askerdeydik, güvenlik riski olduğunda çarşı iznini hemen iptal ediyorlardı. Bu durumda dışarısı için giydiğimiz üniformaları çıkarıp tekrar normal halimize dönüyorduk. Boğaz kenarında futbol maçı yapabileceğimiz büyük sahamız vardı. Hafta sonu dışarı çıkamamamızın intikamını resmen toptan alıyorduk. Maç dışında Boğazın kenarında gizlenmiş, İstanbul'da olmasına rağmen kimsenin bilmediği ve giremediği bazı sığınakları keşfediyorduk. Balıkçılardan da balık ekmek sipariş edip onları yiyerek muhabbet ediyorduk. Kafada ciddi bir sorun olmadan günler geçiyordu. Askerliği tamamlayana kadar yapacak bir şey yoktu. Hayatımın tamamını sanki hep burada geçirmiş gibi hissediyordum. Sanki ne öncesi vardı ne de sonrası olacak gibiydi.

Askerliğin öğrettiği en acı gerçek özellikle cahil insanlara çok güvenmemek gerektiğiydi. Hepimiz aynı koğuşlarda kalıyorduk. Koğuş arkadaşları ile iletişim kurarken eğitimine, memleketine, ekonomik durumuna takılmıyorsun. Kader birliği yaptığımız için o ortamda olan herkes sonuçta bizim arkadaşımızdı. Bu insanlarla konuşuyorsun, gerektiğinde ekmeğini, yemeğini paylaşıyorsun. O kadar iyi niyete rağmen ortamı boş bıraktığında dolabını patlatıp içinde işe yarar ne varsa almaları insana çok acı bir ders oluyor. O kadar cahildiler ki bu çaldıklarını aynı ortamda kullanmaya bile cesaret edebiliyorlardı. Yaşananlar doğal olarak yalnızca kısa dönem erler ile ilişkileri yoğunlaştırmaya insanı mecbur bırakıyordu. Görüşülen kişiler zamanla doğal seleksiyona uğramıştı. Korkusuzca hırsızlık yapabilen bir kişinin durup dururken senin kafana dipçiği geçirmesi çok uzak bir ihtimal değildi. Geceleri dışarıda nöbeti olanların gelip tüfekleri ile yatağa girip uykuya dalmaları ise başka bir tehlike konusuydu. Uyku sersemi eli tetiğe gitse koğuşta facia yaşanabilirdi. Biz bu tür tehlikeli bir olay yaşamamış olsak bile muhtemelen birçok birlikte bu tür dikkatsizlikler sonucu askerler ölmüştür. Sonuçta eğitim zayiatı diyerek konuyu kapatmak çok zor olmasa gerek.

Güzel muhabbetler, maçlar, ev iznine kaçmalar falan derken askerlik oldukça iyi gidiyordu. Ara sıra gidip Boğaziçi'nin kuzey kısımlarında bulunan askeri bölgelerde atış yapıyorduk. Kullandığımız M1 tüfekler ikinci dünya savaşından kalmaydı. Amerikan yapımı ve dünyadaki ilk yarı otomatik tüfeklerdi. Tamamen tahta gövdeli ve inanılmaz gürültü çıkarıyorlardı. Eğer şanslıysan kurşun nişan aldığın yönde gidiyordu. Genelde ne kadar sıkı tutarsan tut kurşun hafif yön değiştiriyordu. Bu durum artık tüfeklerin eskimesinden ve devamlı oradan oraya taşınmasından kaynaklanıyordu. O kadar ilkel bir silah bile kolaylıkla insan öldürebilecek kabiliyetteydi.

Ofiste daktilo başında otururken, özellikle komutanlar başımızda değilken muhabbet oldukça artıyordu. Komutanların rütbeli omuz apoletlerini takıp fotoğraf çektirmek, masa telefonunu kullanmak, ayakları uzatıp takılmak, odada sigara, puro içmek hep yaptığımız şeylerdi. Askerlik dedikleri gibi hem çok ciddi hem de çok ciddiyetsiz bir şeydi.

Askerlikte geçen olağan bir günün erken saatlerinde sağ tarafıma sanki bıçak batırılıyormuş gibi ağrı ile uyandım. Çok önemsemedim ama gittikçe ağrım artıyordu. Ağrı kesici işe yaramadı, her saniye o bıçak sanki vücuduma girip çıkıyordu. Kaldığımız birliğin içinde sağlık birimi vardı. Sağlık birimi resmen küçük bir hastaneydi. Çevre birliklerden hasta askerler buraya muayene olmaya hatta hastanede uzun süreli yatılı tedaviye de geliyorlardı. Hemen oraya gittim. Doktor kadın bir üst teğmendi. Bana son derece nazik davrandı. Hem doktorun kadın olması hem de bana çok iyi davranması askeriyede fazla rastlanan bir durum değildi. Ağrımın arttığını görünce beni ambulans ile Gülhane Askeri Tıp Akademisine sevketti. Haydarpaşa oldukça uzakta, İstanbul trafiğini de hesaba katınca heyecanlı bir yolculuk olacağı kesindi. Hayatımda ilk kez siren sesleri çıkaran bir ambulans ile hastaneye doğru gidiyordum. Yanımda bana eşlik eden er bu durumu fırsat bilip bir nevi hava almaya çıktığını düşünüyordu. Ambulans o kadar eski ve bakımsızdı ki yolda en ufak bir tümsekte ben neredeyse ambulansın tavanına kadar sıçrayıp tekrar yatağa düşüyordum. Bir an önce yolculuğun bitmesini istiyordum, çünkü bu yolculuk insanda ne mide ne de iç organ bırakmıştı. Her yerim altüst olmuştu, ağrıyı falan düşünmüyor, kusmamak için kendimi zor tutuyordum.

Hastaneye kaldırılacak kadar yoğun ağrı ikinci kez başıma geliyordu. Birincisi on yaşlarında iken yine aynı sebepten olmuştu. Sağ tarafıma bıçak gibi batan ağrının sebebi hep o sağ böbrekti. Taş, kum artık ne varsa üretip üretip duruyor, dayanılmaz ağrılara sebep oluyordu. Bu böbrek senelerce bana sıkıntı vermeye devam etti, beni hiç rahat bırakmadı. Askeri hastanede uzun süre muayene olmak için bekledikten sonra sonunda doktorun yanına girmeyi başarmıştım. Bu arada ambulanstaki hareketli yolculuk ve hastane bahçesindeki yürüyüş taşı yerinden oynatmış olmalı ki ağrılarım azalmıştı. Doktor böbreğimde taş olduğunu falan söylemedi. Yalnızca böbreğime iyi bakmadığım takdirde ciddi sıkıntılar çıkarabileceğini söyledi o kadar. Kısa muayene sonrası tedavi için bir işlem yapılmadan tekrar aynı ambulans ile birliğimize geri döndük. Bu sefer yol sanki çok daha kısa gelmişti bana.

Hastaneye yaptığım günübirlik seyahat askerliğimin ikinci perdesini açmıştı. İlk perde keyifli, eğlenceli, muhabbetli, rahatken ikinci perde resmen korku imparatorluğuna dönüştü. Hastaneden döndüğüm günün ertesi sabahında kahvaltıdan çıkarken hem ilaçların etkisi hem de uykusuzluk yüzünden kapalı alanda ellerim cebimde gidiyordum. Zaten kısa dönem olduğumuz için bize kıl olan astsubaylardan biri ellerim cebimde diye bana vurma cesareti gösterdi. Yanımda arkadaşım ve çevredekiler bu olaya şahit oldular. Ortalık karıştı, saçma sapan bir hal aldı. Ağrılarıma mı üzüleyim, yaşadıklarıma mı üzüleyim bilemedim. Bu yaşadığımla beraber koğuşta gözlerimin önünde askerlerin dövülmesi, ranzada yatarken zorla aşağı çekilip düşürülmeleri oldukça canımı sıkmıştı. Askere gideceklere söylenen gördüğün olaylara karışma, bulaşma öğütleri benim için çok önem arzetmiyordu. Haksızlık nerede olursa olsun müdahale etmek lazımdı.

Konu büyüyüp amiralin bile kulağına gidince amiral beni odasına çağırttı. Olaylar gittikçe çığırından çıkıyordu. Olayın ortasında ben olduğum için odasında beni haşlamaya başladı. Bu arada yanımda duran binbaşıyı göstererek "Bak! Nasıl karşımda duruyor?" dedi. Ben de "Nasıl duracağım ki?" dediğimde ortam iyice gerildi. Amiral bir taraftan bana sataşan astsubaya "Ulan ne olay oluyorsa altından hep sen çıkıyorsun" demeyi de ihmal etmiyordu. Gergin saçma sapan bir ortamda en sonunda amiral bana "Görürsün bundan sonra askerliğin nasıl geçecek, git yaşadıklarını askeri mahkemeye anlat" diyerek dışarı çıkarttı. Yine de amirale karşı rütbesiz er görüşmesine göre son derece yumuşak bir görüşmeydi. Amiralin sakin ve yapıcı kişiliği de bu duruma neden olmuştu. Olacakları tahmin edemediğim için o ana kadar cennet gibi geçen askerlik bir anda cehenneme dönmeye başlamıştı.

Askeri birliğin içinde artık herkes beni tanımıştı. Olay dalga dalga yayılmış herkesin kulağına gitmişti. Karşımdan gelen rütbelilere karşı önceden selam vermeyi çok önemsemeyen ben mecburen acayip nizami bir şekilde selam vermeye başlamıştım. En azından bu kuraldan bir gol yememeyi düşünüyordum. Görev yerimde değiştirilip birliğin en sert komutanlarının birinin yanında çalışmaya başlamıştım. Gece nöbetleri devam ettiği gibi her sabah Boğazın Avrupa tarafından gelen işkampavyayı da karşılama zorunluluğum vardı. Sabah dörtte yatıp altıda kalkmak oldukça zordu. Müfettiş görevi yapan bazı subaylar konu hakkında bilgiler toplamaya başlamışlardı. Gözlerimin önünde dayak yiyen erler korkudan seslerini bile çıkaramıyorlardı. Ön plana atılmanın ne kadar riskli bir durum olduğunu anladım ama artık dönüş yoktu. Zaten bu durumdan dönüş yaparsan kendimle çelişirdim, sonuna kadar mücadelemi verecektim. İfadeleri alan subaylar ile akşam nöbette de karşılaşıyordum. Paranoyak bir şekilde bana iftira atacaklarını, askerliğimin bitmeyeceğini düşünüyordum. O ortamda iki subay bu er bize küfür etti, manevi değerlere hakaret etti diye bir tutanak tutsalar değil askerliğimin bitmesi askeri hapishaneden bile çıkma şansım yoktu. Ama zaman geçtikçe anladım ki adamların umurunda değildi. Onlara zarar vermeyen yılan bin yaşasın durumu geçerliydi. Nöbette okumak için getirdiğim orijinal Conan ciltlerini onlarla paylaşıyordum. Aynı ortamda nöbetlerimizin bitmesini bekliyorduk.

Bu kadar yaygara sonucu olay doğal olarak mahkemeye taşındı. Askeri mahkeme sivil hayat gibi değil çok kısa sürede kendini hakim karşısında buluyorsun. Mahkemelik olduğum astsubay ile aynı araçla Kasımpaşa'ya kadar gittik. Sanki aramızda olay geçmemiş gibi şen şakrak gidiyoruz. Garip bir psikoloji. Aslında iki tarafta ciddi tedirgin, o mesleğinde siciline kötü rapor işlenmesin derdinde, ben ise askerliğim uzamasın, bir an önce bitsin problem çıkmasın derdindeyim.

Mahkemeyi yöneten kadın hakimdi. Hem hastanede hem mahkemede kadın subaylara rastlamıştım. Mahkeme salonu daracık, zorlasan beş altı kişi ancak içeri girebilecek kadardı. Oturmak için dört beş tane sandalye vardı. Astsubayın oturmasına izin veren hakim benim oturmama izin vermedi ve ayakta kalmamı söyledi. O zaman bir daha kısa dönem erin mahkemede yedek subay yargılanır, yok şöyle olur böyle olur dediklerini hatırladım. Hepsi hikayeyeydi. Mahkeme koşullarında bal gibi gördüm işte. Olanları ifade verenler kendi menfaati doğrultusunda kısaca anlattı. Haklı olduğumu bilsem de elimden bir şey gelmiyordu. Şahitlik yapacak kişiler doğruları söylese başına gelecekleri çok net biliyordu. O yüzden ifade verenlere kızamadım. Sivil hayatta olsa belki durum değişirdi ama askeri koşullarda çok kolay bir durum değildi.

Mahkeme sonrası yine aynı grup olarak birliğimize geri döndük. O an için çıkan bir sonuç yoktu. Artık mahkemenin vereceği kararı bekleyecektir. Zorlaştırılmış askerlik koşullarıma tekrar geri dönmüştüm. Neyse ki geriye kalan zaman gittikçe azalıyordu. Askerlerin kullandığı küçük siyah defterlerde kalan günü gösteren tablolar vardı. 550 günden başlayıp sıfıra doğru gidiyordu. Erler arasında birbirleri arasında yapılan konuşmalarda hep "şafak kaç?" denir. Bu defterler ile kaç gün kaldığını çok rahat takip edebiliyorlardı. Hele il plakalarına gelindiğinde keyifler daha da çoğalıyordu. 45 Manisa, 44 Malatya, 43 Kütahya... diye gidiyordu. Askerlikte olduğu gibi geriye doğru sayımlar insan hayatında hep oluyor. Okulda, askerde, iş hayatında, emeklilikte, çocukların büyümesinde... Aslında bu sayım hayatı sona doğru götüren bir şey. İnsan olarak anı yaşayabilmek için bu tür beklentileri en aza indirmek gerekli. Hayat zaten bir gün mutlaka sona erecek. Bunun için hızlı adımlar ile koşmanın bir anlamı yok.

İstanbul'da havalar iyice soğumaya başlamıştı. Askerliğimizin sonu yaklaştığı için bize kışlık elbiseler bile verilmemişti. Kasım ayında kısa kollu denizci elbiseleri ile geziyorduk. Kısa kollu olduğu gibi kumaşı da incecikti. Yazıcı olduğum için askerliği biten erlerin tezkerelerini daktiloda ben yazıyordum. İzin kullananlar, kafa izni alanlar, rapor alanlar hep bir ay, 15 gün önceden gitmeye başladılar. Hemen hemen herkes bu tür imkanlar ile tezkerelerini almışlardı. Heveslendim, bir an önce kurtulayım diye gidip komutan ile konuştum. İmalı bir şekilde mahkemenin devam ettiğini ve izin falan kullanamayacağımı söyledi. Hatta dur bakalım zamanın geldiğinde çıkabilecek misin? diye de tehdit bile etti. Bir an buradan hiç kurtulamayacağımı düşündüm. Çevremde kimse kalmamıştı. Herkes tezkeresini alıp evlerine dönmüştü. Mecburen teskereyi hak ettiğim günü beklemeye başladım. O gün ofise gelince sabah gidip ilk işim tezkeremi daktiloda yazmak oldu. Yazdığım tezkereyi komutana onaylaması için sundum. Beni fazla bekletmeden imzayı attı, zaten yeteri kadar beklemiştim. Öğlene doğru Anadolu Kavağında birliğin kapısından çıkmıştım. Üzerimde denizci kıyafetleri ve elimde tezkere ile hızlı bir şekilde arkama bakmadan söylene söylene uzaklaştım. Süren mahkemenin gölgesinde artık sivil hayata yeniden merhaba demiştim. Eve gidip şöyle bir uzandım. Belirlediğim hedefleri yapmamda engel olan büyük bir sorumluluk artık bitmişti. Resmen hayatımda yeni bir defter açacaktım. Senelerdir okuduğum okullar bitmiş, askerlik bitmiş kuş gibi özgür olarak kurumsal hayata yine pike yapacaktım. Kafamda kurumsal hayat dışında düşündüğüm bir alternatif, kendi işimi yapmak gibi bir düşüncem yoktu. Kurumsal hayat hala koruyucu olarak en güvenli seçenekti, ayrıca yeni donanımlarım ve üzerimdeki yüklerin kalkması ile daha da güçlenmiştim.

Özgür hayat kıymeti bilinecek bir nimetti. Artık bunu doya doya yaşamayı planlıyordum. Kafamı meşgul eden bir şey kalmamış, bunu yeni bir iş ile taçlandırıp parasal konuları da çözme planındaydım. Şu ana kadar hedeflediğim yazılı planlarımı uygulamış ve başarmıştım. Hedefleri tutturmak için hedefi net bir şekilde yazmak ve bitirme zamanını koymak çok önemli. Bunlar işin en temel kısmı, altını doldurmak çok daha kolay. Tabii somut olarak bu hedefleri istediğin kadar yaz, çiz, zaman koy, asıl hedefi tutturacak şey bunu yapacağına inanmak.