Bölüm - 1
Yıllar geçerken kafamızda devamlı dolaşan, hani
bir türlü gerçekleştiremediğimiz düşünceler vardır ya, başlayayım derken
başlayamadığımız, hep üşendiğimiz düşünceler. İşte ben artık bu psikolojiden
uzak, üşengeçliği ardında bırakmış, hafızamdaki kalıntıları kanca ile içeriden
çıkarmaya başlamıştım.
Hayat, yalnızca rutin dışında yapılan şeylerin
kalıntısıdır. Geriye dönüp bakın. Aklımızda kalan çoğu şey, rutin yaşamımız
dışında yaptıklarımızdır. Bir de o yaşananlar zevk aldığımız şeyler ise gerçek
yaşamın özeti budur. Aynı şekilde zamanın yavaş akması diye bir olgu da var.
Düşünün iş yerinde geçen bir gününüzün hızını. Bir de insanların çok az olduğu
sahil kasabasında geçen zamanı. İş yerinde akşamın nasıl olduğunu anlamazsınız
ama o küçük kasabada geçirdiğiniz bir gün size sanki tüm yaşamınızı orada
geçirmişsiniz gibi bir psikolojiye sokar.
En eski neyi hatırlıyorum bu hayatta? Bu sorunun
cevabını bulabilmek için kafamı oldukça zorladım. Hayal meyal ilk
televizyonumuzun eve gelmesi mi? Televizyonun yarattığı kalabalığı unutmak
zaten imkansız. Millet eve uzaylı gelmiş gibi rutin ziyaretler yapardı. Halbuki
daha doğru dürüst yayın bile yoktu. Cızırtılı, siyah beyaz görüntüyü
yakalayabilmek için anteni doğru yöne çevirmek gerekirdi. Tabii yüksekte olmalı
antenin monte edildiği yer, dolayısıyla antenin takıldığı yer hep çatı olurdu.
Kırmızı kiremitler çatıya çıkanların ayakları altında kırılır, çatlar ama
aşağıdakilere bu farkettirilmezdi. Bazen on on beş metreye varan direkler
çatıya dikilir, ucuna da anten takılırdı. Evdeki televizyon ile çatıdaki
arasında iletişim bağırarak sağlanırdı. Zar zor aramalar sonucu çıkan görüntü
netse anten sabitlenir, aşağıya inilirdi. Sıkı bir rüzgar her şeyi altüst
ederdi. Ne kadar sağlam bağlarsan bağla, çatıda o ince direkler üzerindeki
antenler rüzgara dayanamaz dönerlerdi.
Antenler alüminyum, içi boş, ince borulardan
oluşurdu. Kolay değil çatılarda o koca antenleri monte etmek. Ne akla hizmetse
her daire bir anten, hatta bazen iki anten dikerdi çatıya. Çocuk aklımla ne
kadar yüksek anten diktilerse binanın tepesine bence en prestijli anten oydu.
Çok yükseğe dikilen anten iyi mi çeker, televizyon net mi görünür hep bu
sorular eskide kaldı. Bu anten borularının farklı ve tehlikeli bir işlevi daha
vardı. Bunlar çocukların bir numaralı oyun aracıydı. İçine sarmaşıklarda
yetişen yabani koruklar sığardı. Ağza atılan o tozlu topraklı taneler üfleyince
borunun içinde hız kazanıp çok uzağa giderdi. Hedef o zamanlar tek tük yoldan
geçen arabalardı. Hele arabanın penceresi de açıksa tüm konsantrasyon aracın
şoförünü vurmak üzerine planlanmıştı. Çocuk aklımızla kaza olur korkusu
yaşamazdık, yalnızca çok hızlı koşmak gerekirdi. Olur da aracın şoförü farkedip
kovalamaya başlarsa, yakalandığın anda dayak yemek kaçınılmazdı. Sonrasında bu
üflenen koruk tanelerine iğne takmaya başlandığında artık olayın boku çıktı. Kimden
neyin intikamını alıyorduk? O zaman net bir fikrimiz yoktu.
Daha seksen ihtilali bile olmamıştı. Küçük ve
denizsiz Ege kasabasında yaşam oldukça durgun akardı, çocuk dünyamda daha ne
isterdim ki? Okul yakın, oyun için uçsuz bucaksız boş alanlar, ağaçlar,
hayvanlar, yetmezse gidilecek çok yol, serinleyecek dere, çıkılacak çok tepe
vardı.
Okuldan arkadaşım Hakan yine oyun oynadığımız bir
gün yerdeki kocaman bir taş parçasını kaldırmaya çalışıyordu. Daha okulda
öğrenmemiştik ama kaldıraç kavramı nasıl olduysa benim kafamda yer etmişti.
Hakan'a, "Oğlum yerden şu dalı alsana, onu kullan taşı daha kolay
kaldırırsın" dedim. Kan ter olmuş şekilde hala taşı kaldırmaya çalışıyordu.
Anlamadı ne demek istediğimi. Ben de kaldıraç olayına çok takılmadan yardım
ettim. İkimiz büyük taş parçasını oynatıp çevirmeyi başardık. Hedefe
ulaşmıştık, sıcak havada taşın altında serinlemeye çalışan bir kara akrep ve
daha olgunlaşmamış beyaz renkli yavru akrepler kendilerini korumak için hemen
iğnelerini yukarı kaldırdı. Çocuk aklı işte. Akrep ile ne yapılır ki? Daha
önceden çantalara diğer böcekleri yakalamak için koyulan küçük kavanozlar
akrepleri eve götürmek için camdan koruma görevi yaptılar. Alıp bu akrepleri
eve götürüp besleme fikri çok iyi fikir olmasa da denedik. Sonrası ise eve çok
uzak bir noktaya götürülüp bırakılan akrepler. Akrepte olsalar onları öldürmek
olmazdı, en iyisi yine doğaya salmaktı. Akrepler ile birlikte, yarıştırılan
salyangozlar, sineklerin üzerine atlayan örümcekler, naylon torba ile yakalanan
kara sinekler, tavuklara vermek için yakalanan çekirgeler gündelik oyunların
hep canlı parçalarıydı.
Hem küçük bir yerleşim yerinde yaşamak hem de
daha yönetimsel sorunlarını çözememiş, yurt dışına kapalı bir ülkenin vatandaşı
olmak, çocuklukta köpeklerin, kuşların, böceklerin en eğlenceli oyuncaklar
olmasını sağlıyordu. Bakkaldan alınan, içinden plastik oyuncak çıkan Tipitip
veya Minti marka sakızlar en büyük lükstü. Biraz daha zorlasan dandik bir
gofret, leblebi tozu bulma imkanı da vardı. Hacca gidenlerin getirdiği,
yanındaki tuşa bastıkça farklı fotoğraflar gösteren küçücük mercekli oyuncaklar
ve daha piyasaya yeni çıkmış LED ekranlı saatler. Bu saatler resmen devrimdi.
Akrep yelkovan olmadan yalnızca simsiyah ekranda kırmızı renkte saat yazıyordu.
Bir daha tuşa bastığında ise gün ve ayı gösteriyordu. Daha önce bu dijital
saatleri yalnızca televizyonda bilim kurgu filmlerinde görmüştüm.
Film demişken, okuldan eve dönerken kapalı sinemanın
önünden geçtiğimiz için zamanın seks filmleri furyasından bizde etkileniyorduk.
Koca koca film afişleri yalnızca kadınların mahrem yerlerine konan küçük
simsiyah bir yıldız ile kapatılıyor, ama afişler resmen bangır bangır
sallanıyordu. Otomobillerde emniyet kemerinin olmadığı, yan aynanın olmadığı,
çocukların kucakta en önde oturtulduğu günlerde bu afişler de nedense hiç acayip
karşılanmıyordu. Erkek çocukların tamamen çıplak kadın vücudu ile ilk kez
karşılaştıkları afişler işte hep bunlardı.
Top, o sihirli şey. Ne zordu sahip olmak.
Bakkalda asılmış büyük bir file içinde satılan naylon toplar ile futbol oynamak
çok da kolay değildi. Vurunca top ters dönüp geri kendi kalene bile gelirdi
rüzgardan. Futbol topu bulmak ise imkansız gibi bir şey. Oynamaktan paramparça
olmuş, içi dışına çıkmış bir futbol topu bulabilmek bile hazineydi. Vurunca
gitmez, oraya buraya takılır ama olsun futbol topu ya oyna oynayabildiğin
kadar. Kalabalıksak arsa da çift kale maç, az sayıda isek ya tek kale maç ya da
Japon kale maç yapardık. Japon kale maçı da kim neresinden uydurdu ise acayip
bir oyundu. Herkesin bir kalesi vardı. Kaleni korurken rakiplerine de gol atman
lazım ki öne geçesin. Kalleşliğe açık, iki üç kişi olup devamlı aynı kişiye de
atarsın golleri. Oyunda yenilen cezasız da kalmazdı. Maç başında
kararlaştırılan ceza uygulanırdı. Cezalar saçma sapandı. Bazen herkesin eli
sıra ile öptürülür, üç tur sahanın çevresinde koşturulur, aç ulan kıçını göster
bile dersin. Ama hatırladığım en acayip ceza, inşaatın çatısına çık beline bir
kazak bağla ve kırıta kırıta göbek at cezasıydı. Yapmasan olmaz, bir daha top
oynatmazlar. Yapsan ayrı rezalet. İnşaatın yanından geçenler hayret içinde, bir
çocuğun çatıya çıkıp göbek atmasını doğal olarak normal karşılamazdı.
Top oynamak için ucu bucağı görünmeyen arsalar
bulurken doğayı doya doya yaşamayı da hiç unutmuyorduk. Yakınlardan geçen
derelere yürümek, tepelere çıkmak, değişik otları koparıp yemek, ağaçlardan
meyveleri koparıp, kaçmak, hatta abartıp tarlalardan karpuz koparıp kesip
yemekten hepimiz çok zevk alırdık. Adrenalin tutkumuz ise trenlerin kül döktüğü
çukur yerlere yatıp üzerimizden geçmelerini beklememiz ile maksimum seviyeye
ulaşırdı. Nasıl oluyorsa ne bizi koruyorsa artık başımıza kolay kolay bir şey
gelmezdi. Hayal kurmak bile gereksizdi. Çünkü çocukluğu dibine kadar
yaşayabiliyorduk.
Sevmediğim şeylerde vardı. Hayvanlara karşı
yapılan zulüm beni hep rahatsız etti. Özellikle o sapan var ya sapan! Küçücük
kuşlar daha ne olduğunu anlamadan vurulup, ölürdü. Sonrasında küçücük etini
yemeğe çalışırlardı. Zorla yedirmeye çalışanlar yüzünden kuş etinden tiksindim.
Kediler, köpekler de eziyetlerden nasibini alırdı. En çok yapılan deney
kedilerin hakikaten dört ayak üzerinde düşüp düşmediği ile ilgili olandı.
Allahtan evler çok fazla katlı yapılmıyordu. Maksimum üç dört katlı evlerden
yumuşak zemine düşen kedilere genelde bir şey olmuyordu. Belli bir müddet tavır
alsalar bile acıktığı zaman yine yanaşmaya başlarlardı. Köpeklere eziyeti
genelde insanlar değil belediyeler yapıyordu. Zehirli yiyecekler ile sanki
köklerini kurutmaya yeminliydiler. Yiyecek verip sarıldığın, arkadaş olduğun
köpeklerin ertesi gün evin önünde ölüsünü görmek bir çocuk için resmen
travmaydı.
Bir sabah herkesin "İhtilal olmuş, İhtilal
olmuş" konuşmaları ile uyandık. Hiç duymadığım bir kelimeydi.
Çevredekilerin yüz ifadesi bir anda düştü gitti. Neydi bu ihtilal? Olmuştu olmasına
da bizi nasıl etkiler, hiçbir fikrim yoktu. Evin balkonuna çıkınca sokakları
sarmış askeri araçlar ve askerler sorunun cevabını vermeye başlamıştı. Sokakta
siviller yok denecek kadar az, hatta hemen arkasından gelen sokağa çıkma yasağı
ile tamamen görünmemeye başlamıştı. O ana kadar hiç görmediğimiz zırhlı
araçlar, tanklar sokaklarda dolaşmaya başlamıştı. Silah sesleri çok yakınlardan
geliyordu. Az çok ihtilalin iyi bir şey olmadığını anlamıştık. Sokağa kısa
süreliğine ara vermiştik. Ama ihtilalin sokağa çıkma yasağını da ilk çocuklar
bozdu. Boş sokaklar, caddeler hemen futbol sahasına dönüştü. Boş caddelerde
futbol oynamanın dayanılmaz keyfi ihtilal hakkında olumsuz düşüncemizi kısa
zamanda yok etmişti. Televizyonda devamlı üst düzey askerler açıklama yapıp
duruyorlardı, gaza getirici kahramanlık şarkıları da yayınlanmaya başlamıştı.
Televizyondan ne söylenirse ona inanmaya başladı tüm insanlar. Objektif haber
alma şansı olmayan, yeniliklere kapalı, kendi içinde fakir bir ülkenin nispeten
mutlu, farkındalıkları olmayan insanlarıydık biz. Otuz altı sene sonra yine
karşılaşacaktık ihtilal kelimesi ile ama bu sefer başarılı olamayacaktı. İhtilal
kelimesinin yanına bir de kalkışma kelimesi girecekti hayatımıza.
Farkındalığı olmayan insanlar dünya nimetlerinden
de çok yararlanamıyordu. Küçük bir şeker, sakız veya içinde portakal esansı
konmuş basit bir gofret dışında abur cubur bulmak mümkün değildi. Evdeki
musluktan su içerler, eski püskü tahta sandalyelerde oturup açık yazlık sinemalara
giderlerdi. Mahalle aralarında çam ağaçları altındaki küçük parklar oturup
sohbet edilen, beraber çekirdek yenilen, olmayan stresi yok eden yerlerdi.
Düzenli elektrik kesintileri, gaz lambaları ışığında oturmak, tek kanal siyah
beyaz televizyon izlemek, ara ara Yunan televizyon kanallarını cızırtılı da
olsa izleyebilmek çok eğlenceliydi.
İhtilal sonrası parlamenter sistemin tekrar
devreye girmesi ile seksenli yıllarda ülke deyim yerindeyse kabak çekirdeği
gibi açılmaya başladı. Bulunamayan tüpler bulunmaya, yabancı sigaralar piyasaya
düşmeye, kapitalist düzenin tüketimi arttırıcı çalışmaları artık kendini
göstermeye başlamıştı. Ülke kabuğunu kırıp artık diğer ülkelere de yakınlaşmaya
başladı. Daha önce "beginner" seviyenin üzerinde İngilizce
konuşamayan insanlar, yavaş yavaş dil öğrenmeye ve yabancı kültürlere ilgi
duymaya başladılar.
Eğitim sisteminde ailelerin ana hedefi
çocuklarını ilkokul sonrası Anadolu Liseleri'ne ya da parasız yatılı okullarına
sokabilmekti. Eski yerleşmiş yabancı özel okullar dışında özel okullar nerede
ise yok denecek kadar azdı. Eğitim için çok fazla para ayırmak gerekmiyor,
normal liselerden çıkan öğrencilerin de en iyi üniversiteleri kazanma şansları
oluyordu. Dershane kültürü daha oluşmamış, özel ders almak çok yaygın değildi.
On bir, on iki yaşındaki çocuklar evlerinden ayrılıp okuyabilmek için
yurtlarda, bazen tanıdık yanında küçük yaşta hayatın gerçekleri ile
karşılaşıyordu. Küçük bir ilçede eğitimin çok sağlıklı olmayacağı düşüncesi
beni de etkiledi. Ortaokul çağında memleketimizin yani Karşıyaka yolları
görünmüştü.
Daha ortaokul çağında ben Meydan Larousse'un
kalın 12 cildini bitirmiştim. Resimsiz ve siyah beyaz yazılardan oluşması okumayı
sıkıcı yapsa bile içindeki bilgiler öğrenmeye değerdi. Hepimiz genel kültürü
oldukça iyi öğrencilerdik, ülkeleri, şehirleri, bayrakları, önemli tarihleri
iyi bilirdik. Ortaokul, lise çağları insanların gerçek arkadaşlıkları,
dostlukları yaşadıkları zamanlardı. Kavgalar, gürültüler, tartışmalar da çok
olurdu, ama o yaşlarda kurulan dostluklar ömür boyu süren menfaatsiz
ilişkilerin temeliydi.
Ortaokul çağında okula sabah erkenden gidip öğle
arası dersler bitince çıkardık. Çıkardık ama okulun bahçesinde akşama kadar
ardı ardına futbol maçı yapardık. Nizami olmayan saha, beton zemin, paslı
demirler, patlak toplar bizi etkilemez daha da zevkli oynamamızı sağlardı.
Maçların sonrasında eve giderken içtiğimiz turşu suyu ve bayatlamış kumruların
verdiği tat unutulacak gibi değildi. Bardağa elimizi sokup içinde kalan lahana
turşusu parçalarını almak, acı sos ile turşu suyunu kıpkırmızı içmek harikaydı.
Yamuk yumuk sahalarda futbol oynamak bir yere
kadar. Hafta sonları gidip desteklediğimiz takımı izlemek gençliğe geçerken
olmazlarımızdandı. Şehir kültürü olan takımların insanın içine işleyen güçlü
duyguları ömür boyu kazanımdı gerçek taraftarlar için. O duygular insana
işleyince artık başka renkler anlamsız olurdu. Kimileri uzakta gerçekleşen
başarıları desteklemeyi daha kolay bulur, hiç gitmediği, görmediği bir yerin
takımının yalnızca güçlü olmasından dolayı taraftarı olurdu. Yeşil-kırmızı
renkler için hafta sonları binlerce kişi vapurla, arabalarla, otobüsler ile
Karşıyaka'dan Alsancak Stadına taşınırdı. Eğer büyük maç varsa Atatürk Stadına.
Oldum olası Atatürk Stadını sevmezdim, yeri nedense sapa gelirdi. Sanki orası
bize daha uzaktı, soğuktu, büyüktü...
O yıllar dostluk, arkadaşlık zamanlarıydı. Aynı
stadyumda sözde düşman takımlar arka arkaya lig maçı oynar, taraftarlar her iki
takımı da beraber desteklerdi. Ütopik görünen bu durumun içinde ben de çok kez
bulunmuştum. Olay çıktığını hiç hatırlamam. Maç çıkışında otostop çekip
Karşıyaka'ya dönmek galipsek çok zevkli, mağlupsak eziyetti.
Radyo anlık bilgi alınabilecek en önemli
kaynaktı. Maçlar parçalar halinde radyodan anlatılır, gol olunca hemen gol olan
stadyuma bağlanılır, golün nasıl olduğu hakkında bilgi alınırdı. Arka arkaya
bağlantılar ile gol haberlerini alırdık. Televizyon belli saatlerde özet
görüntüler verirdi, zaten kanal sayısı çok az olduğu için spor programları için
tercih edilen kanal genellikle TRT olurdu. Portatif radyolar maçları takip
etmek, haber ve müzik dinlemek isteyenler yüzünden oldukça popülerdi. Kalem
pille çalışan cebe sığabilenleri de vardı.
Akşamüstüleri ve hafta sonları Karşıyaka
sahilinde yürümek en bilinen aktivitelerdendi. Hele çarşının girişine
gelindiğinde eğer boş alan varsa demirlere dayanmak ve gelen geçeni izlemek
gibisi yoktu. Hergele meydanında biraz dinlendikten sonra çarşının sonuna kadar
gidip gelirdik. Hemen hemen yaşıtımız olan herkesi tanırdık. Kimine selam
verir, kimine daha önceki bir kızgınlığımızdan dolayı vermezdik. Selam verilen
ve yolda muhabbet edilen kişiler yaşanan ilişkilere göre zamanla değişirdi.
Sahildeki yeni yapılmış apartmanlar ülkenin görüntüsünün çok ilerisinde ve
moderndi. Şehir efsanesi midir bilmem, özellikle bazı devlet büyükleri
Karşıyaka sahilini yabancı konuklarına gösterip ülkenin ne kader modern
olduğunu kanıtlamaya çalışırlarmış.
Karşıyaka'nın eğitim ve kültür seviyesi her zaman
yüksektir. O yüzden okuyan tüm çocukların muhakkak üniversite hayali vardı. Bu
hayal zamanla Karşıyaka'nın gençlerinin yuvadan uçup, diğer şehirlere ya da
diğer ülkelere gitmesine ve yerleşmesine neden oldu. Üniversite sınavında
yanlış sorular yapmak hayatın sonu değildi. Yanlış soru çok olsa bile
üniversiteye girmek mümkün olabiliyordu. Hem sınava giren sayısı çok fazla
değildi hem de sorulan sorular yanlışlar yapmayı telafi edecek kadar zordu.
Özel okulların çok fazla olmaması sınava giren öğrenciler arasında uçurumun çok
fazla olmamasını sağlıyor, gerçekten zeki ve çalışkan olanlar aradan sıyrılıp
parlıyordu.
Karşıyaka'da hemen her öğrencinin bir zaman
uğradığı Büyük Dershane Bostanlı'da eğitim veriyordu. Yanında uçsuz bucaksız
boş alan geleceğin Mavişehir'i olacaktı. Sonuçta daha küçüğüz, hem hafta içi
hem de hafta sonu devamlı ders dinlemek zaman zaman bunaltıp bizim dershaneyi
kırmamıza neden oluyordu. Uçsuz bucaksız bataklık alanı pelikan, flamingo,
martılar ile doluydu. Onları izlemek, serin esen Bostanlı rüzgarını koklamak
huzur bulmak için yeterliydi.
Hafta sonları Bostanlı Sakıpağa cebine azıcık
harçlık koyabilen liseli gençlerin uğrak yeriydi. Kahve usulü masalar, güneş
gelmesin diye gerilmiş renkli brandalar altında çay, kahve, kola içip yakındaki
masaları kesmek gelenek gibiydi. Erkek nüfusu çoğunluk olunca kesilen masalar
genellikle liseli kızların olduğu masalardı. Tabii hedef aynı masalar olunca
delikanlılar arasında ara sıra gerginlik çıkması da olağandı. Saatlerce oturup
muhabbet edildikten sonra Bostanlı, Karşıyaka İskele arası geleneksel yürüme
turları başlardı. Harçlıktan kalan para olursa bir paket sigara alınır veya
otlanılır, yol boyunca herkese göstere göstere içilirdi.
Karşıyaka genellikle şehir dışında eğitimine
devam etmek ve dışarıya açılmak için terk edilir. Ayrılık sonrası ilk yıllar
hemen hemen her hafta sonu veya on beş günde bir özleme dayanamayıp kısa
ziyaretler yapılır. Karşıyaka'da geçirilen bir dakikanın bile önemi vardır.
Zamanla bu ziyaretler azalır azalır... Memlekete geri dönüş gidenlerin aklından
gitmeyen bir hayaldir, ama gerçekleşme ihtimali ise hayatın gerçekleri yüzünden
gittikçe azalmaktadır. Karşıyaka, ekmek kazanmak için çok zor, harcamak için
ise güzel yerdir. O yüzden hayaller emeklilik zamanına kadar ertelenir.
Karşıyaka'dan sonra okumak için gidilen
şehirlerden Türkiye'de anca Ankara ve İstanbul istekleri karşılayabilirdi.
Ankara'da denizin olmaması, durgun yapısı Karşıyakalıları belli bir zaman
kendinde tutabiliyordu. Sonrası genellikle Ankara'yı terk etme ile
sonuçlanırdı. İstanbul ise herkese kucak açan yapısı, bitmeyen ve her an
sürprize açık hayatı, kendini sevdiren zorlukları, tarihi, güzellikleri, havası
ile bağışıklık yapmaya başlar. Bunun yanında beyaz yakaların ekonomik olarak
ihtiyaçlarını karşılayan ortamı sağlaması İstanbul'u alternatifsiz bırakır.
İstanbul sonrası gidilecek yer ise ya Amerika'dır, ya Kanada'dır ya da
İngiltere'dir. Fantazi yaşamak için Türkiye'de farklı şehirler, para ve lüks
yaşam dışında başka olanak vermeyen diğer ülkeler de seçenek olarak
değerlendirilir hayat kurmak isteyenler arasında.
İstanbul’a yerleşmeden önce çok kez ziyaret etmiş
ve uzun süreli kalmış olmak büyük avantajdı benim için. İstanbul seksenli
yıllarda daha dış semtlerini kendine katmamış, daha homojen bir yapıya sahipti.
Öyle Beylikdüzü, Bahçeşehir, Çekmeköy falan yoktu. İstanbul'u tanımak için çok
uzun yürüyüşler yapar, tarihi yerleri ve Boğaz kıyılarını gezer, arada eski
Galata köprüsünün üstünden balık tutardım. Eski ama kendine has çekici bir
yapısı vardı. Modern binalar ilk Ataköy civarında yapılmaya başlanmış, o
yıllarda geliri yüksek olanlar prestij için genelde Ataköy civarında yaşamaya
başlamıştı. Anadolu yakası benim için hala kafamda konumlandıramadığım bir yerdi.
Çok fazla ayak basmazdım. Maç oldukça karşıya geçerdim. Sanki o yıllarda
İstanbul yalnızca Avrupa yakasından ibaretti.
İnternet ve bilgisayar teknolojisi daha
gelişmediğinden üniversite kayıtları çok uzun sürerdi. Sabah erken saatte
başlayan kayıt işlemleri ertesi güne de sarkardı. Kayıt sırası genellikle yeni
insanlar ile tanışılır, bol bol kuyruk üzeri sohbetler yapılırdı. Öğrencilerin
yeni arkadaşlarını tanıdığı ve samimi olduğu ilk ortam bu kayıt kuyruklarıydı.
O yıllarda Boğaziçi Üniversite'sine Türkiye'nin devlet okullarından, çeşitli
şehirlerinden hatta kasabalarından bile gelebilen çok başarılı öğrenciler
vardı. Bunların dışında lise çağlarında isimli liselerde okumuş genelde kendi
aralarında takılan gruplar da vardı. Üniversite çağında lüks arabaları olan,
okula yakın pahalı evlerde oturan ve akşamları evlerine gidip derslerini rahat
rahat kendi odalarında güzel yemekler eşliğinde çalışanlarda ayrı bir grubu
oluşturuyordu. Birbirlerini tanıyan gruplar genelde yurtta kalıyorlarsa aynı
odayı kapatırlardı. Tanıdığı olmayanlar ise artık sıradan kim gelirse listeye
arka arkaya yazılır odaya yerleştiğinde kalacağı arkadaşlarını tanırdı.
Güney kampüsteki yurtlarda, özellikle birinci
yurtta, okulun ilk senelerinde kalmak pek mümkün değildi. Değişik bir kıdem
sistemi ile tüm odalar sene başında resmen açık arttırmaya çıkar, kıdemi yüksek
olanlar güzel odaları kapardı. Aslında odalar lüks falan değildi, ama eşsiz
Boğaz manzarası odanın tüm konforsuzluğunu, ranzaların eskiliğini, izolasyon
sorununu falan alıp götürürdü. Boru değil sabah uyanıyorsun pencereden
baktığında karşında masmavi bir Boğaz, eşsiz güzellikte. Bahçedeki ağaç ve
yeşil manzarası da cabası. İnsan Boğaziçi mezunu olsa bile kampüste yaşarken,
yurtta kaldığı zamanlarda gördüğü Boğaz manzarasına sonraki yaşamında kolay
kolay ulaşamıyor.
Güneyin bir de karşı tarafı kuzeyi var tabii. İlk
sene bize de düşen kuzey kampüsteki yurt oldu haliyle. Bina nispeten yeni olsa
da yirmi metre karelik küçücük tek pencereli odalarda sekiz kişi kalmak çok
zevkli değildi. Hele daha önceden tanımadığın kişilerle kalmak. Farklı
dünyalar, farklı görüşler, farklı kültürler hatta farklı ülkelerden gelenler
sekiz kişilik odalarda beraber kalıyorlardı. Genç olmanın ve yeni üniversiteli
olmanın sabrı ile aslında herkes iyi geçinmeye çalışıyordu. Odaya ilk gelen
pencere tarafındaki ranzaları kapar, ufacık pencereye yakın olmanın avantajını
yaşardı. Ranzada altta ya da üstte yatmanın avantajı dezavantajı vardı. Altta
yatarsan tüm ranzanın çevresini battaniye ile kapar kendine küçücük bir yaşam
alanı kurabilirsin. Üstte yatmak ise havadardır ama uyuyabilmek için odanın
ışığının kapanmasını beklemek gerekir.
Sekiz kişi bir alanda olunca ister istemez gece
yataktan yatağa muhabbetler olurdu. Yastık fırlatmalar, odanın ortasına koydukları
küçücük masa üzerinde 3-5-8, king tarzı kağıt oyunları oynamak o günlerde
modaydı. Bir nevi küçültülmüş kahveyi odanın içine kuruyorduk. Dolaplara üç beş
pantolon ve birkaç gömlek anca sığabiliyordu. Alt kısmına da bir çift ayakkabı
ve kitaplar, hemen dolup taşıyordu. Yine de dolapların darlığı o günlerde
aklımıza bile gelmeyen bir sorundu.
Havalar ısınmaya başladığında hem güneydeki hem
de kuzeydeki yurt odalarından su atma mevsimi başlamış demekti. Naylon
torbalara veya balonlara doldurulan sular pencereden fırlamaya, aşağıdakileri
ıslatmaya başlardı. Kuzey kampüsteki yurtta pencereler yansıma yapardı. 45
derece açı ile açık bırakılan pencerelerden gelen gideni pencerede görünmeden
görebilirdik. En büyük zevkimiz bizi tanımasa da ismini bildiğimiz kişilere
odadan seslenmek ve onların yan yana dizilmiş oda pencerelerine boş boş
bakmalarını izlemekti. Bu şakadan nice profesörler, doktorlar, öğretim
görevlileri nasibini almıştı.
Yurtta kalmak, yeni insanlar tanımak, farklı
kültürler ile tanışmak, kendi başına ayakta kalabilmek için son derece
yararlıydı. Seneler sonra yurtta koridorda karşılaştığınız arkadaşlarınızın
değişik mevkilere gelmesi gurur verici duygulardı. Zevkli yanları olduğu gibi
zor yanları da vardı. Seksenli yıllarda İstanbul'da yaşanan susuzluk problemi
ne yazık ki yurtları da çok ciddi vuruyordu. Banyolarda sular çok ender akardı,
hadi aktı diyelim. Sıcak akıyorsa çok büyük şanstı. Fırsat kollayıp o incecik
akan su ile yıkanmak büyük nimetti. Susuzluk yıkanmayı zorlaştırdığı gibi
tuvaletlerin hep leş gibi pis kokmasına ve kullanabilmek için farklı aerobik
hareketlerini öğrenmemize sebep oluyordu.
İstanbul'a yağan en kuvvetli kar yağışının olduğu
sene de bizim yurtta olduğumuz senelere denk geldi. Susuzluk büyük problemdi
ama bu kar yağışı ile su boruları da uzun süreli donmuş, suyun akması tamamen
kesilmişti. Mecburen kar küçük gaz tüpleri üzerinde tencerelerde eritilip genel
ihtiyaçlar için kullanılıyordu. Okulun kantinlerinde yiyecek kalmamıştı,
tedarik zorluğundan dolayı kantinlere sevkiyat yapılamıyordu. Küçük bir kraker,
bisküvi bile bulunmuyordu. Yiyecek için bazen kilometrelerce yürümemiz
gerekiyordu. Yollarda arabalar tepelerine kadar kar ile kaplı, yerlerinden
oynatılamıyordu. Hisarüstü’nden yiyecek bulmak için çıkılan yol bazen Taksim'e
kadar uzanıyordu. Yaklaşık 3 saatlik yürüyüş İstiklal Caddesinde güzel yemekler
ile noktalanıyordu. İstiklal Caddesi sanki kar yağmamış gibi cıvıl cıvıl hayatı
yaşamaya devam ediyordu. O ortamdan tekrar yürüyerek yurda dönmek sanki bahar
mevsiminden kara kışa dönmek gibiydi.
Kar yağışının uzun günler sürmesi, günlerce kar
kitlesinin yerden kalkmaması sonucu insanların yaşadığı ticari kayıplar ile
birlikte öğrencilerin kayıpları da çok fazlaydı. Dönem boyunca istikrarlı ders
yapılamadığı için çoğu öğrenci dersleri tekrar etmek zorunda kaldı. Özellikle
İngilizce hazırlık sınıfı gibi yapılan her dersin çok önemli olduğu sınıflarda
açıkların kapatılması mümkün olmadı.
Seksenli yılların sonunda fırsat bulduğumuzda
gittiğimiz ana mekanlar Taksim ve Eminönü’ydü. Eminönü derken Tahtakale'yi
kesinlikle atlamamak lazım. Tahtakale o yıllarda altın çağını yaşıyordu. En
teknolojik cihazlar ilk oraya düşerdi. Yurt dışından gelen kaçak walkmanlar,
radyolar, kokular, jiletler, oyuncaklar hep buradan alınırdı. Öğrenciler için
en popüler eşya walkmandi. Walkman Sony'nin orijinal isimli ürünü olsa bile tüm
taşınabilir kasetçalar cihazlar için kullanılan bir terimdi. Omuza devasa
teypleri alıp sesini açıp yürüyen ve hava atan nesil artık walkman kültürüne
geçmişti. İlk zamanlar walkmanlar oldukça büyük hacimliydi, zamanla modeller
küçüldü ve fonksiyonları arttı. Radyo eklendi, pil süresi arttı, değişik tuşlar
ile ses kalitesi kontrol edilebiliyordu ve hatta kaset üzerinden şarkı bulma
mekanizması bile geliştirildi.
Eminönü meydanında balık ekmekçiler ve deniz
kıyısındaki tüm derme çatma mekanlarda müzik sonuna kadar açılırdı. Yürüdükçe
her taraftan farklı çalan arabesk müzik Eminönü'nün o kırsal görüntüsünü daha
da destekliyor, Anadolu'nun bir köyünden farksız hale getiriyordu. Güzelim
Boğaz manzarası bu ses kirliliği içinde yok oluyordu. Onlarca arabesk şarkısı
Eminönü civarını sese boğsa bile aralarında Mustafa Topaloğlu'nun Emine şarkısı
resmen fenomendi. Her mekanın ilk tercihiydi. Bir taraftan başı çalarken bir
taraftan sonu çalıyordu.
Kaset piyasasının kalbi ise Eminönü'ne nispeten
yakın Unkapanı’nda atardı. Kaset çıkarmak isteyen kim varsa ilk buraya gelir,
bulduğu dükkandan içeriye girip yanın yanık türkü söylemeye saz çalmaya
başlardı. Şarkı kaydı yapan stüdyolar devam etse de yurt dışında çıkan
grupların kasetleri de ilk burada bulunduğu için, zaman zaman uğrak noktasıydı
bizim için. Kasetler gelirin büyük kısmını yutardı, ama değerdi. Seksenli
yılların sonlarında altın çağını yaşamaya başlayan rock ve metal dünyasının kasetleri
de Unkapanın'da bulunuyordu. Bu albümler için diğer ve daha ünlü mekan ise
Kadıköy'deki Akmar pasajıydı. Heavy Metal çoğu insana sert, antipatik bir müzik
ve yaşam biçimi olarak gelse bile bu müziği gerçek hisseden, özümseyenler için
vazgeçilmez bir tutkudur. İnsanın ruhunu kemirir, kendi içinde ayrıldığı dallar
aslında çok farklılık gösterir. Ama müziği yaşam biçimi yapmamış bir kişinin bu
ayrımları hissetmesi mümkün değildir. Kuru gürültü der çok fazla düşünmezler.
Üniversite gençliğinde ileriye dönük işsizlik
korkusu çok fazla yoktu. Mezuniyet sonrası iyi bir iş bulma korkusu çok
hissedilmediği gibi yurt dışında üniversitelerden alınabilecek bir burs hem
yüksek lisans kapısını sonuna kadar açıyor, hem de çok önemli yurt dışı
tecrübesinin temelini atabiliyordu. Mezuniyet zamanı yaklaştığında özellikle
büyük yabancı firmalar genç beyinleri kapabilmek için üniversitenin bahçesinde
masalarını kurar, firmalarının tanıtımını yapardı. Yeni mezun bir Boğaziçi’li
bırakın iş aramayı gelen teklifler arasından iş seçerdi. Kurumsal hayata
başlamak kolay olmasına rağmen yeni mezunlardan kendi işinin patronu olmak
isteyenler de çoktu. Özellikle bilgisayar sektörünün daha dünyada yeni
gelişiyor olması, mezunları bu konuya doğru yönlendiriyordu. Bilgisayar fiyatları
yüksekti, yurt dışından bilgisayar parçaları getirip monte edip satmak, bomboş
olan yazılım pazarına yeni programlar katmak çok cazipti.
Yaşamın keyifli olması, aynı yıllarda
Karşıyaka'nın hem Süper Lige yükselip, hem de Türkiye Basketbol şampiyonu olması
genel bir mutluluk pompalıyordu hayatımıza. Şampiyonluklar sonrası odadaki
ranzam tamamen yeşil-kırmızı bayraklar, atkılar ile süslenmişti. Hatta
dolabımın içinde gazetelerden kesilmiş Karşıyaka ile ilgili posterler,
fotoğraflar vardı. Bazen bu sevinç coşku ile birleşince oda içinde gerginlikler
de yaşanıyordu. Hele basketbol şampiyonluğunun Galatasaray'ı yenerek
kazanılması daha da anlamlıydı. Karşıyaka'nın futbolda süper lige yükselmesi
bizim için İstanbul'da oynanan maçlara gitmemize olanak veriyordu. O yıllarda
Fenerbahçe, İnönü ve Ali Sami Yen statları resmen dökülüyordu. Bilet bulabilmek
için sabahın köründe stada gidip, gişe sırasına girilirdi. Gişe açılır, bilet
alınır bu sefer maç saati gelene kadar stadyumun içinde beklenirdi. Havalar
biraz kötüleşse futbol oynanan zemin çamurdan sahaya döner, top sürme, şut atma
imkanı iyice azalırdı.
Zaman zaman İstanbul'un bazı semt takımları Süper
Ligde oynar, kendi semtlerine taraftarlarını çekerler. Zeytinburnu, Bakırköy,
Sarıyer bunlardan bazıları. Gerçi belediye takımları çıkınca bu tür semt
takımlarının artık şansı fazla kalmadı. Kaynak farklı takımlara aktarılmaya
başlandı. Seksenlerin sonunda ve doksanlı yıllarda Sarıyer küçük bir semt
olmasına rağmen çok güçlü takım kurmuş, birçok takımın korkulu rüyası olmuştu.
Üniversiteden on on beş kişi toplanıp bir hafta sonu Sarıyer Karşıyaka maçını
izlemeye gittik. Sarıyer stadı nispeten Sarıyer çarşısından, sahilden oldukça
içeride kalan konumda maç izlemeye elverişli ama çıkışı da bir o kadar zor bir
stadyumdur. Maça yalnız gittiğimde yalnızca kendimden sorumlu olurken,
üniversiteden peşime takıp götürdüğüm arkadaşlarımın da tüm sorumluluğu sanki
üzerimdeydi.
Maç içinde klasik küfürleşmeler, madeni para
fırlatmalar, yakın çevreden taş atmalar falan derken ortam gerildi. Maç
bittikten sonra yakındaki otobüs durağından sahilden giden bir belediye otobüsü
ile semti terketme niyetimiz vardı. Nitekim öyle oldu, otobüse bindik ve yola
çıktık. Sarıyer taraftarı bizden önce stadyumu terkettiği için minibüsler ile
Büyükdere civarına gitmiş ve sotelenmişlerdi. Biz otobüs ile yavaş yavaş
ilerlerken önceden sotelenmiş grup yoldan söktükleri kaldırım taşları ile
otobüse saldırdılar. Bir anda otobüsün içine kayalar atılmaya başlayınca şoföre
hadi kardeşim devam et dedik. Ama adam ne olduğunu bile anlamadan otobüsü
durdurdu. Üstüne bir de kapıları açtı. Kapılar açılınca dışarıdakiler otobüsün
içine saldırsalar da kapıları tuttuğumuz için başarılı olamadılar. Taş atmaya
devam ettiler, genellikle üniversite öğrencisi bu tür saldırılar ile
karşılaşmamış Karşıyaka ile bağlantısı bile olmayanlar için açıklanamaz bir
durumdu. Ardından polis kuvvetleri gelince taş atan taraftarlar dağıtıldı, biz de
otobüsten inip başka otobüse bindik. Olan otobüsü durdurup, devam etmeyen
şoföre oldu. Üzerinde cam kalmayan otobüs ile baş başa kaldı.
Kurumsal hayatın monoton düzenine girmeden önce
üniversite hayatının esnek saatleri, dersler ve yaşanan mekanın yan yana olması
insanın yapabilecek çok fazla boş saatinin olmasına da olanak sağlıyordu.
Dersler yoğun falan diye düşünülse bile en zor okul müfredatı iş hayatında
yaşanacak ciddi bir yoğunluğun yanına bile yaklaşamaz. Zamanın boşluğu ve vücutların
daha genç olması enerjinin atılabilmesi için birçok aktiviteyi de beraberinde
getiriyordu. Aynı gün içinde üç dört ayrı futbol maçı yapardık. Sonrasında tek
pota basketbol, hızımızı alamayıp bir de body salonlarında çalışırdık.
Kampüsler arasındaki mesafe aklımıza bile gelmeden bir çırpıda yürünürdü.
Üniversitenin vücut geliştirme salonunda kulaktan
duyma bilgiler ile bilinçsiz hareketler belki de vücutta arızalar bırakıyordu.
Isınmadan koca koca halterlerin altına girmek, arkadaşlara bak bu kadar kilonun
altına giriyorum, bak bu hareketi yapıyorum diye hava atmak kesmediği için
kendimize yeni bir salon belirlemiştik. Hiç üşenmeden yurttan otobüs durağına
inip, sonrasında Ortaköy'e kadar gidip, yine bir yol yürüme mesafesinde olan
Rocky vücut geliştirme salonuna gidiyorduk. Üniversitenin spor salonundan çok
daha fazla çalışacak alet vardı. Hangi sırada hangi programı uygulayacağımızı
da gösteriyorlardı. Üzerine bir de çalan müzik Helloween olunca ortam hakikaten
muhteşemdi. Spor yapanların arka arkaya onlarca yumurta beyazı yemesi, devamlı
ağızlarına bir şeyler atmaları benim de iştahımı açmıştı. Antrenman çıkışlarında
mutlaka bir litre günlük sütü mideme indiriyordum. Zamanla çalışmaların
sonuçları ortaya çıksa da yol sorun olmaya başladı. Soğuk havada terli terli
salondan çıkıp yürümek, arkasından otobüs, tekrar yokuş çık falan derken bu
macera çok uzun sürmedi.
Az para ama özgür ve kendinden başka sorumluluğu
olmayan hayat aslında büyük bir nimetti. İstanbul'da istediğin yere gitmek,
Boğaz'ın havasını istediğin kadar içine çekmek, çimlerin üzerine uzanmak, spor
yapmak, muhabbet etmek, uyumak, king oynamak, hayatı öğrenmek hep yapılabilecek
şeylerdi. İlişkilerde menfaatler daha iyi zaman geçirmenin önüne geçmemişti.
Kendini zorlamaya gerek yoktu, içinden geldiği şekilde karşındaki insana
davranmanın sonucu onun da içinden geldiği şekilde karşılık vermesiydi. Bu bazen
bir yumruk, tekme hatta kafa atma bile olabilirdi ama o davranış bile
dürüstçeydi. Duygularını açık açık ifade etmişti her kimse.
Her güzel hikayenin bir sonu var. Zaman aktıkça
hayatın sorumluluklarından kaçmaya çalışılsa bile o sorumluluklar yaş ile doğru
orantıda artmakta. Kimi bu sorumluluklarından şartlarına göre kaçabilse bile
başka sorumluluklar muhakkak kaçtıklarının yerini almayı başarır. Geriye dönüp
baktığında bir insan önceki yıllarında daha az sorumluluğunun olduğunu net bir
şekilde görecektir. İnsan ve yaşam sanki bu dengeyi gerçekleştirmek için
beraberdirler.
Okulun içindeyken hiç stres yaratmayan mezuniyet
sonrası iş bulma konusu, okulun bittiği gün önceden yapılmış bir kariyer planı,
çalışılacak bir iş yeri ya da ailenin bir iş yeri yoksa stres yaratmaya
başlıyor, okulun sunduğu tüm imkanlar diploma alındığı gün sırtını dönüyordu.
Koruma alanı dışına çıkılıyor, barınmak için okulun imkanları kullanılıyorsa ya
yeni bir ev tutmak, ya da ailenin yanına dönmek zorunda kalıyordun. O yüzden daha
öğrenci iken iş bulma imkanlarını sonuna kadar değerlendirmek ve teklifleri
uyanık şekilde karşılamak gerekli. Okulun kalitesinden dolayı mezun olunca
işsiz kalma stresi olmasa bile iş bulana kadar geçen bir süre var. Bu süre
tamamen kişinin becerisine ve yaşadığı ülkenin ekonomisine bağlı.
Kurumsal firmaların kampüs içinde açtığı tanıtım
masalarına öcü gibi bakıp yanaşmayarak bilgi almamak aslında ilk fırsatı
kaçırmak demekti. İş olsun olmasın en azından kurumsal yaşamın nasıl bir şey
olduğunu anlatabilirlerdi. Masaların kurulduğu toprak futbol sahasında maç
yapmak kesinlikle daha keyifli geliyordu. Gelecek nasıl olsa gelecekti, iki üç
şut çekip ter atmak gelecekteki kurumsal hayatın daha uzak durmasını
sağlıyordu. Kampüs ortamının sıcaklığında firmaların masalarında bekleyen insan
kaynakları görevlileri iş hayatının soğukluğunu ve tek düzeliğini buram buram
bize yansıtıyordu.
İş başvuruları üniversitelere gelen kurumsal
firma yetkililerinin verdiği formların doldurulması ile yapılabildiği gibi, en
popüleri gazetedeki iş ilanlarıydı. Gazeteler sayfalarca iş ilanlarının olduğu
ekleri basıp ana gazete ile dağıtırlardı. Magazin ekleri, bilgi ekleri derken
gazetelerin sayfa sayısı özellikle hafta sonları yüzü geçiyordu. Gazetelerin
eki dışında iş arayanlar için hazırlanmış devasa kalınlıkta firmaları tanıtan
kataloglar da vardı. Benim nasıl olduysa elime bunlardan geçmişti. Bu
kataloglarda firmaların künyesi, ne iş yaptıkları, adresi, telefon ve faks
numaraları gibi bilgiler vardı. Firmalar ile iş görüşmesi yapabilmek için
şahsen kapıdan öz geçmiş bırakmak, posta ile öz geçmiş yollamak, faks çekmek,
telefon ile arayıp randevu istemek gerekirdi. Tabii ki her zaman geçerli olan
tanıdık metodu da vardı. Şu firmada şu personel müdürü, şu mühendis, şu çaycı tanıdık
var gibi geyikler bazen işe yarar, iş bulmaya çok daha kolay yardımcı
olabilirdi. Yeni mezun iş arayanın en büyük şanssızlığı sabit bir evi ve
telefonunun olmamasından kaynaklanıyordu. Çünkü firmaların geri dönüşü ya posta
ile ya da sabit telefonu arayarak olabiliyordu. Ev olsa bile sabit telefonun
olması da gerekirdi. Hatta aranacak saat belli olmadığı için bazen saatlerce
telefon beklenirdi. Zırt pırt telefon ile firmayı aramakta baskı açısından
etkili bir yöntemdi.
Okuldayken kafamızdaki kolay iş bulurum mantığı
ile mezuniyet sonrası hafif hafif iş aramaya başlamıştım. Öncesinde kurumsal
hayat yalnızca mecburi yapılmış kırk günlük stajdan ibaretti. Staj için
memleketimi seçmiş, ilk servis ile işe gidip gelme, ofis kültürünü yaşamaya
başlamıştım. Ama çok farklı bir sorun iş hayatını ciddi şekilde etkiliyordu.
Ofislerde dışarıda kırk derece sıcak olan havaya rağmen klima yoktu. Klima
kültürü daha ülkede gelişmemişti. Ter içinde çalışmak keyifli değildi.
Bilgisayar teknolojisi çok yeni kullanılmaya başladığı için olan klimalarda
bilgisayarları soğutmak için kullanılıyordu. Galiba o yıllarda bilgisayarlar
insanlardan daha değerliydi, gerçi günümüzde de insanın değeri hala artmadı.
Sistem odaları nefes almak ve serinlemek için buzdolabı etkisi yapıyordu.
Mecburi stajlar genelde kısa olduğu için stajyer stajın bir an önce bitmesini
ve staj defterini yazıp kurtulmayı planlar genelde. Halbuki iş hayatını
gözlemlemek ve öğrenmek için bulunmaz bir fırsattır. Staj yapılan firmanın
büyük ölçekli olması stajyerin çok değişik karakterleri görmesine, farklı
departmanlarda ne işler yapıldığını anlamasına yardımcı olur. Hele bir de
farklı sorumluluklar ile kendisine güvenildiği hissettirilirse iş hayatına
başlangıcı da oldukça sorunsuz olur.
Staj firmasında kocaman kapkara ekranlar, değişik
değişik sistem komutları daha önce Commodore 64 kullanan biri için hiç sevimli
değildi. O programları kullanmak zordu. Tüm komutları ekrana yazmak, sonrasında
tekrar yazmak ve yazmak gerekirdi. Programcılık mantığı kırk günde çözümlenecek
bir yapı değildi. Zaten staj yaparken daha okul bitmediği için asıl bölüm
dersleri alınmamıştı. Stajın ana gayesi staj defterini doldurabilmekti. Defteri
doldurmak iş yerinde birçok kılavuz olduğu için kolaydı. Aç kılavuzu, yaz
deftere. Sayfaları da staj yapılan yerdeki amire imzalat konu bitiyordu. O
yüzden çoğu kişi staj yapmak yerine naylon staj yapardı. Yani iş yerine
gitmeden gitmiş gibi görünürdü. İşi bileceksin işe gitmeyeceksin misali...
İş aramaya ikinci üniversiteyi de okuma planım
olduğu için ilk önce yarı zamanlı olanlardan başladım. Daha doğrusu yarı
zamanlı iş bulunabileceğini zannediyordum. Yeniden üniversite sınavına girip bu
sefer farklı üniversitenin farklı bölümüne girmiştim. En azından ilk sene
derslere gidip neler oluyor onu gözlemlemem gerekiyordu. Yarı zamanlı iş
aramamın ana gayesi de buydu. Hafta sonları devasa insan kaynakları eklerinden
bulduğum ilanlara öz geçmiş yollamaya, iş yerlerini gösteren kılavuzdaki
telefon numaralarını aramaya başladım. İlk zamanlar bu aramalardaki çekingenlik
zamanla vurdumduymazlığa kadar gitmeye başladı. Otomatik şekilde arayıp,
görüşüp, iş olmadığını öğrenmeye alışmıştım. Yine de bu aramalar sonucunu
vermeye başladı ve bazı yerler görüşme talebinde bulundu. Boş vakit çok olduğu
için görüşmelere gitmek sorun olmuyordu. Sorunlar başkaydı. Okul hayatına
alışmış bir kişi için resmi kıyafet bulmak, ütülü gömlek giymek, kravat takmak
çok kolay değildi. Ayrıca bir karış sakal ve uzun saç ile görüşmelere gitmek
olmazdı. Karşındaki firmaları ve insanları ciddiye alıp hazırlık yapsan bile
bazen görüşeceğin kişiler senin hazırlığına aynı saygı ile cevap vermezlerdi.
Öz geçmişlerin doğru dürüst incelenmediğini
yaptığım görüşmelerde kolaylıkla farkediyordum. Çok enteresan sorular ve
yaklaşımlar ile karşılaşıyordum. Askerlik yapmamışsınız diye soranlar,
tecrübeniz yok diye soranlar, hadi bunlar bir derece anlaşılabilir, okumamışlar
öz geçmişi belli. Bir firma yetkilisi ile görüştüğümde, "Seni niye işe
alayım ben zaten bu işleri kendim yapabiliyorum" diyenine bile rastladım.
O işleri kendin yapacaksan niye iş görüşmesi için çağırıp insanların zamanını
alıyorsun? Tamamen kişisel komplekslerini gelen adayların üzerine akıtan bir
kişilikti. İnsan genç ve önünde umutlu bir gelecek olduğu için o an
umursamıyor. Zaten ikinci üniversiteyi de okuyordum sonrası çok daha iyi
olacaktı nasıl olsa.
İş arayışları sürerken ikinci üniversite hayatı
başlamıştı. Boğaziçi’nden sonra İstanbul Üniversitesi ilginç bir deneyimdi. Ana
fark yaşama biçimlerindeydi. Boğaziçi'nin içinde yaşarken İstanbul
Üniversitesine yalnızca ders zamanları gidiyordum. Yani biri memleket, biri de
turistik geziye gittiğim başka bir şehir gibiydi.
Sınıfların çok kalabalık
olması, devasa amfiler, öğrencilerin derslere katılıp katılmadığının takibini
zorlaştırıyordu. Bu durum okul çevresindeki kafelere yarıyordu. Sabah derse
gidiyorum diye çıkan öğrencilerin bazıları zamanlarını tamamen bu kafelerde
geçiriyordu. Kafe bölgesinde ders notlarının satıldığı kırtasiyeler vardı.
Buradan makul fiyatlar ile tüm derslerin düzenli notları alınabiliyordu. Tabii
bu notları alıp kırtasiyelere veren inek tabir edilen amfide hep en önde oturan
öğrenci grubu da mevcuttu. İşin özü okul ne kadar zor olursa olsun devamsızlık
yaparak bitirmek mümkündü. Bunun için notları iyi temin edip, disiplinli bir
şekilde çalışmak çok önemliydi. Sınavlar aynı hafta yapıldığından sınav
haftaları beyin patlama noktasına gelir, uykusuzluk tavan yapardı.
En kritik nokta ders
çalışma disiplini ve stratejiydi. Ders sayısı çok olduğu için ipin ucu
kaçırılırsa toparlamanın imkanı yoktu. Her sene ders sayısı alttan alınan
dersler ile birleşip çoğaldığında okulu bitirmek imkansız hale geliyor,
bitirmek mümkün olabilse bile en az beş altı sene çaba göstermek gerekiyordu.
Boğaziçi’nden sonra bölümün tamamen sözel ağırlıklı olması da etken olabilir
ama iktisat bölümü sanki uzaktan eğitim ile de bitirilebilecek gibiydi. Okulun
öğrenciye kattığı tek şey eğer kafayı verebilirler ise duayen hocaların
anlattığı dersler ve anılardı.
Hem okul, hem iş hem de
yalnızlığın verdiği ek işlerin hepsini göze alıp iş arayışlarını
sıklaştırdıktan sonra bazı geri dönüşler olmaya başlamıştı. Hatta bir iş
yerinden Pazar günü çıkan ilana başvurduktan sonra ertesi hafta aranmak oldukça
ilginçti. Çünkü öz geçmişin posta ile ulaşması da göz önüne alındığında bu geri
dönüş çok hızlıydı. İş yerinin adresini öğrendikten sonra görüşmeden bir gün
önce neresi olduğuna bakmaya gittim. Adrese baktım, binaya baktım, sanki
merdiven altı fabrika gibi bir yerdi. Firma ile ilgili ne tabela ne yazı
göremeden tekrar eve döndüm. Sonuçta adresi bulmuş, binayı görmüştüm. Ama firma
o binada mıydı emin değildim.
Ertesi sabah uzamış
saçlarıma şekil verip, sakal traşı olup, lise yıllarından kalma renkli ince
kravatı da takıp görüşmeye hazır hale gelmeye çalıştım. Daha önce staj
tecrübesi dışında kurumsal çalışma hayatım olmamıştı. Gelebilecek sorulara da
bir hazırlık yapmadan, hava çok sıcak olduğu için yanıma ceket bile almadan
kısa kollu gömleğin üzerinde renkli kravat ile görüşmeye gittim. Genç ve
tecrübesiz olmak aslında çok güzel bir duygu. İş hayatının yıllar içinde
vereceği ağır stresi ve insanlara güvensizlik duygusunu daha hiç yaşamamış
oluyor insan.
Hayatım boyunca her
randevuya risk almayıp erken gittiğim gibi yine erkenciydim. Önce iş görüşmesi
olumlu sonuçlanırsa çalışacağım muhiti inceledim. Muhit berbattı, her taraf
çarpık çurpuk şekilsiz binalardan oluşuyordu. Havası çok güçlü bir çikolata
kokusu ile kaplıydı. Kesin çok yakında çikolata üretimi yapan bir fabrika
vardı. Çikolatalı oda spreyinin tamamını odaya sıksan anca bu kadar kokardı.
Koku ağırdı ama kendine has çekiciliği vardı. Görüşmenin heyecanı ile o an
fabrikayı falan aramadım, görüşmeyi yapacağım firmanın giriş kapısına ulaşmak
çok daha öncelikliydi.
Ofisten içeri girdiğimde
ayrılmış odalar falan yoktu. Herkes tek bir alanda çalışıyordu. Küçük küçük
kapısı kapalı odaların olduğu devlet dairelerinin yerine daha yaygınlaşmamış
açık ofis tercih edilmişti. İş görüşmesi için gelmeme rağmen herkesin arasından
geçip görüşeceğim kişiye ulaşmıştım. Sonrasında aynı bölümde çalışacağım
arkadaşlarımın meraklı bakışları arasında iş görüşmemi gerçekleştirdim.
Firmaların bilgisayar kullanımına yeni yeni başladığı günler olduğu için
okuldan öğrendiğim bilgisayar programlama bilgisi bile çok değerliydi.
Bilgisayar bilgimi biraz da köpürterek görüşmeyi yönlendirdim. Aslında şirketin
yeri ve ofisin genel içeriği çok planladığım gibi değildi, bu hisler ile
görüşmede biraz da vurdumduymaz tavırlar ile çok rahattım. Görüşme sırasında
bir taraftan konuşurken bir taraftan çalışanları incelemek ile meşguldüm. Aynı
televizyon izlerken kitap okumak ve beraberinde yemek yemek gibi. İş görüşmesi
yaparken etrafıma bakınıp bilgi toplamaya çalışmak, lokasyondan dolayı okula
nasıl devam edeceğimi düşünmek gibi çok fonksiyonlu bir beyin yapım vardı.
Görüşme sonrası eve dönerken farklı şeyler düşünüyordum.
İkinci üniversitede ilk
senem bitmişti. Gezmeye, dolaşmaya oldukça vaktim vardı. Yaz aylarında
İstanbul, özellikle Boğaz kıyıları çok keyifliydi. Ama görüşme aynı başvurum
gibi çok hızlı sonuçlandı.Yani o aylak aylak Boğaz kenarında gezintiler, balık
avlamalar falan bitecek erken kalkmalar, tıraş olmalar, servis beklemeler,
projeler, mesailer, program yazmalar başlayacaktı. Dahası okulun açılmasına az
kalmıştı ve dersler de başlayacaktı. Hepsine ek ev işleri, yemek, bulaşık, ütü,
çamaşırları yıkamak hepsi benim başıma kalacaktı. Maddi olarak rahatlamanın
karşılığında yüklerim kat kat artacaktı. Ama kafanın rahat olması ve bedenin
genç olması bunların hepsinin üstünden gelebilmeyi sağlıyordu.
Sabahları oldukça erken
kalkmaya başlamıştım. Servisin evime en yakın geçtiği yer Beşiktaş olduğu için
Rumelihisarı’ndan Beşiktaş’a her sabah otobüs ile gidiyordum. Sabahları Boğaz
havası o kadar güzel geliyordu ki insanın çalışma isteğini arttırıyordu.
Beşiktaş’ta servis gelmeden önce çorba içebileceğim bir esnaf lokantası da
bulmuştum. Kahvaltı yapmak yerine düğün çorbasına kırmızıbiber atarak güne
başlamaya alışmıştım. Barbaros Bulvarından servise bindikten yarım saat sonra
şirkete varıyordum. İlk işim olmasına rağmen özellikle bölümdeki arkadaşlarımın
yakın davranışları tüm tecrübesizlik stresimi bitirmişti.
Bilgisayar, programlama,
yazılım gibi terimler daha iş hayatında yeni konuşulmaya başladığı için bu iş
ile uğraşanlara sanki farklı gözle bakıyorlardı. Ya da biz öyle hissediyorduk.
Şirketteki tüm bölümler ile iletişimi olan tek bölümdük. Kendimize elit grup
adını takmıştık. Aslında son derece temel bilgisayar işlevlerini yapan
yazılımlar geliştiriyorduk. Müşterinin kayıt bilgileri, sipariş kayıtları,
stoklar, muhasebe kayıtları gibi. Benim ilk işim müşteriye yollanan mektupların
isim ve bilgiler kısmını sistemden dolduran programlar yazmaktı. Dev gibi
plotterlardan çıktılar alınır, zarflandıktan sonra müşterilere posta ile
gönderilirdi. Şirket katalog ile pazarlama gibi oldukça öncü bir işe
kalkışmıştı. Örnek aldığı firma Amerika’nın ünlü Sears firmasıydı. Türkiye için
çıkarılan kataloglar Sears'ın kataloglarının yanında çok ince kalsa bile
fotoğrafların kalitesi ve çekimde kullanılan mankenleri ile ön plana çıkıyordu.
Bu kadar vizyon sahibi bir iş internet ile destekleniyor olsaydı önünde kimse
duramazdı. Basında çıkan reklamların, katalogların, gönderilerin maliyetleri
oldukça fazla tutuyordu. Doğru zamanda doğru yerde olmak insanlar gibi şirketler
için de çok önemli.
Açık ofiste herkes
birbirini görebiliyordu. Karşımda şirketin genel müdürü oturduğu için sanki hep
beni izliyor fikrine kapılmıştım. Elimde yapacak bir iş yoksa bu duygu iyice
fazlalaşıyordu. Kafamı kaldırıp göz göze gelmemeye çalışıyordum. Kendimizi elit
zannettiğimiz olaylardan biri de öğlen yemeğimizin masamıza servis edilmesiydi.
Yalnızca üst düzey yöneticiler ve bilgi işlemcilere yapılan bu hareket bizim
omuzlarımızın havalanmasına neden oluyordu. Halbuki daha fazla masamızda kalıp
iş üretmemiz için planlanmış bir hareket olduğunu seneler geçince anladım.
İş hayatına yavaş yavaş
ısınırken günler değişik olayları da beraberinde getiriyordu. İş çıkışı
Boğaz'da bir tankerin battığını duymuştum. Eve dönerken Boğaz kıyısında canlı
cansız hayvanların sürüklendiğini gördüm. Oturduğum evin sokağına sahil
yolundan giriliyordu. Toplasan sahil yolundan yüz adımda eve ulaşabiliyordum.
Otobüsten indiğim noktada insanların kıyıya yüzmeye çalışan koyunları tutup
çıkardıklarını gördüm. Sis Fatih Sultan Mehmet Köprüsü tarafına baktığımda
görüşü engelliyordu. Sis yavaş yavaş dağıldığında yüzlerce koyunu su üzerinde
gördüm. Güçlü olanlar kıyıya yüzmeye çalışıyorlardı. Koyunların yüzebildiğini
ve ciddi mesafe gidebildiklerini o gün öğrendim.
Karadeniz'den Marmara'ya
giden Lübnan bandıralı Rabion 18 gemisi ile ters taraftan gelen Madonna Lily
gemisi Fatih Sultan Mehmet Köprüsü yakınlarında çarpışmıştı. Lübnan bandıralı
gemi, Suriye'ye 22 bin adet koyun taşıyormuş. Benim gördüğüm koyunlar aslında
toplam sayıya baktığımızda devede kulaktı. Muhtemelen bu koyunlar çarpışma
etkisi ile açılan deliklerden denize kaçmayı başarmışlardı. Çoğunluk Boğaz'ın
derinliklerine doğru son yolculuklarına çıkmıştı.
Koyunlar sanki hepsi
kararlaştırmış gibi Rumelihisarı İskelesinin yanındaki alana yüzüyorlardı.
Kıyıda insanüstü bir çaba vardı. Hayatımda ilk kez yüzen koyunlar gördüğüm gibi
koyuna suni teneffüs yaptıran kişilere de ilk kez rastlamıştım. Kıyıya gelmeyi
başaran ve karaya çektiğimiz koyunlar iskelenin yanında korumalı boş kısımda
bekliyorlardı. Saatler ilerledikçe koyun sayısı da artmaya başladı. Hayvanların
yiyecek içecek ihtiyacı da oluşmuştu. Sahil yolunda aniden sağa sola koşan
koyunlar görülmeye başladı. Gece geç saatte artık ertesi gün işe gideceğimden
koyun olayını bırakmaya karar vermiştim ki çevredeki akıllı kasaplar taşıma
araçları ile koyunları alıp götürmeye başladılar. Hayvanlar sağlam mıdır,
hastalık var mıdır hiç bakılmadan o koyunlar sonraki günlerde muhtemelen
midemize inmişti. Kazanın olduğu günden haftalar geçmesine rağmen Boğaz'ın
herhangi bir yerinde tamamen şişmiş, paramparça olmuş koyunları görmek
mümkündü. Özellikle su akışının az olduğu Bebek Koyu gibi noktalarda birikmeye
başlamışlardı. Sonrasında gözlerim istemsiz şekilde Boğaz'da ölü koyunları
aradı ama artık sadece denizin dibinde geminin içinde çürüyorlardı.
İş hayatında tecrübesiz
olmama rağmen yaptığım işin özellikli olması nispeten iyi maaş almamı
sağlıyordu.Ya da bana öyle geliyordu. Öğrencilik hayatında sınırlı bütçe ile
hayatı sürdürürken bir anda düzenli gelen para belki de çok kazandığım hissi
yaratıyordu. Enflasyon %70 lerin üzerindeydi. Böyle olunca kazanılan paranın
değeri çok kısa sürede kayboluyor, zam oldukça tekrar toparlıyordu. Şirketler
mecburen üç ya da altı aylık periyotlar ile çalışanlarına zam yapmak zorunda
kalıyorlardı. Fazla mesai ücreti de beyan edildiği takdirde rahatlıkla
problemsiz alınabiliyordu. Programcılar olarak biz genelde akşamları geç saate
kadar çalışıyorduk. Hatta bazı geceler sabahlıyorduk. Bu durum kazanılan parayı
daha da arttırıyordu. Maaşlar daha banka kartı kültürü gelişmediği için zarf
içinde veriliyordu. Zarf o kadar kalın oluyordu ki eve giderken paraları
mecburen bir poşet ya da çanta içinde taşımak gerekiyordu.
Ekonomik özgürlük şehir
içinde değişik yerleri de özgürce gezmeye yarıyordu. Özellikle düzgün yemek
yapan yerler favorimdi. Türkiye'nin ilk alışveriş merkezi Galleria, yanında
açılan eğlence ve yemek alanı Regatta en çok gittiğim mekandı. Trafik daha
sorun değildi. Yaşadığım, okuduğum, çalıştığım tüm mekanların Avrupa yakasında
olması da avantajdı. Asya yakası sanki farklı bir ülke kadar uzaktı bana.
Şirketin kurumsallaşması
eğer çalışan duygularını olumsuz yönde etkilerse çalışanlar için çekilmez
olmaya başlar. Teknolojinin son imkanlarından yararlanmamıza, farklı farklı
programlar yazmamıza rağmen şirket içi iletişim yazılı kağıtla ya da telefon
ile oluyordu. En komiği masasını görebildiğin kişi ile telefonda uzun uzun
görüşüyorduk. Hem mimikleri gör hem de fısır fısır telefonda konuş. Sabit
telefonlar dışında iletişim alternatifi yoktu, çok nadir durumu iyi olanların
arabasında da araba telefonları vardı. Araba telefonları hem çok kullanışlı
olmadığı hem de taşınabilir telefonlar yaygınlaştığı için çok uzun süre
piyasada kalamadılar.
Samimiyet o kadar ileri
boyuttaydı ki iş arkadaşlarımız aynı zamanda beraber takıldığımız
arkadaşlarımızdı. Maaş zammı olduğunda bile yönetici gelir çalışanın kulağına
fısıldardı. Maaşın bu ay şu kadar oldu diye. Enflasyonun çok fazla olması,
belirsizlikler moralleri bozmuyordu. Çalışanların yaşlarının yakın olması
çalışma ortamının eğlenceli ve çekilir olmasını destekliyordu. İş çıkışında
eğer mesaiye kalmadıysak servislerin kalktığı yere gider toplu halde gece
eğlenmeye nereye gideceğimize karar verir ona göre servise binerdik. İstanbul
da personel servisçiliği daha gelişmemişti, ama firmamız bunda da öncülerden
biriydi. Personeline düzenli ulaşım imkanı sağlıyordu. İşin yoğunluğundan
derslerim ile çok fazla ilgilenemiyordum, yalnızca vize ve finaller zamanında
insanüstü çaba göstermem gerekiyordu. Planlamamı tamamen dersleri ne olursa
olsun geçebilmek üzerine kurmuştum. Bilgiyi kafaya yükleyip sınavdan çıktığımda
tamamen boşaltıyordum. Kimi zaman sınavlarda 500-600 sayfalık kitaplardan
sorumlu oluyorduk. Okuması bile haftalar alacak kitabı sınav öncesi hızlıca
beynime kazıyordum. Sınavların klasik yazılı olması şanstı, en azından yazma
yeteneğim ve hafızamdan dolayı konuyu bir taraftan yakalıyordum.
İş ile ilgili fazla
sıkıntım olmamasına rağmen bölüm arkadaşlarımın biraz da dolduruşu ile bazı
muzurluklar da yapıyorduk. Bilgisayar programlama gibi çoğu insanın ne olduğunu
bile anlayamadığı bir işi yaptığımızdan bazen kendimizi iyi anlatamıyorduk. Bu
durum kendimize elit grup desek bile başkalarının zaman zaman yanlış
davranışlarına, yönetimi etkilemelerine neden oluyordu. Bölümdeki beşli olarak
kafayı bir şeyler yapmaya taktık. Bir akşam iş çıkışı buluştuk, herkes fikrini
beyan etti. Fikirlerimizi tartıştığımız demokratik bir ortamda yönetime bir
muhtıra hazırladık. Bayağı uzun ve etkileyici bir yazı oldu. Sıkıntılarımız,
yaptığımız işin önemi gibi konuları yazıp sonuna bir beklenti eklemedik.
Amacımız yalnızca yönetimi uyarmaktı. Aslında bana bu yaptığımız keyfim yerinde
olduğu için oldukça anlamsız gelmişti, ama çoğunluğa uyup muhtıraya imzamı
atmıştım. İş hayatında farklı firmalarda çalışmamanın verdiği tecrübesizlik ile
yönetime yazılan muhtıranın etkisi iş performansını etkiliyordu. Demoralize
olduğumuz bir gün plan yaptık. Ertesi gün hasta olduğumuzu şirkete bildirip birimizin
evinde buluşup elektrogitar çalıp, keyif yapacaktık. Sabah olunca şirketi
arayıp izinleri aldık. Oturduk tüm gün gitar çalıp, sohbet edip, yemek yedik.
İşe gitmedik, kendi kendimize tatil ilan ettik.
Çoğu Türk erkeğinin
askerlik ile ilgili çekinceleri, bahane yaratarak kaçmak veya uzatmak için
çözüm bulma çalışmaları olmuştur. Kimi bedelliyi bekler, kimi olabildiğince
ertelemeye çalışır, kimi de okumayacağı okullara kayıt olur. Sonuçta askerlik
çalışma hayatına başlayanlar için çözümlenmesi gereken bir engel olarak
görünmektedir. Askerliğini yapmayan bir çalışanın terfi alması veya yönetici
olması imkansız gibidir. Tam iş bulmuş çalışırken askere gitmek işi büyük
ihtimalle kaybetmek anlamına da gelebilir. Özetle kurumsal hayatta rahatlamak
için askerlik aşılması gereken bir engeldir. Günümüzde devamlı değişen kurallar
ile üç hafta para verip askerliği tamamlayanlar çok fazla. Olan zamanında
aylarca askerlik yapanlara oldu hep.
Nasıl olsa askere
gideceğimi düşündüğüm ve daha okul devam ettiği için ben de çalıştığım ilk iş
yerini kalıcı bir yer olarak görmüyordum. Yükselmek, pozisyon değiştirmek gibi
düşüncelerim hiç olmadı. Motivasyonumu okul ve okul sonrası bitireceğim
askerliğe ve sonrasında gireceğim işe göre yapıyordum. Halbuki iş hayatında
geçen her gün içinde öğrenilecek şeyler oluyordu. İleride iyi pozisyonlara
gelebilmek için iş hayatında öğrenmeye açık olmak, çevredeki fırsatları
gözlemlemek ve insanlar ile iyi ilişkiler kurmak şart. Kurumsal hayatın ilk
yıllarında yazılı planlar yapmak ve gelmek istenen yeri az çok belirlemek çok
yararlıdır. Yaş daha yirmili yılların başındaysa bu tür planları yapmak ve
ileriye iyi bir yol çizebilmek çok kolay olmuyor. Halbuki ilk üniversiteye
girdiğimde yapacaklarımı yazılı olarak defterlerimde saklıyordum. Hedefler
gerçekleştikçe üzerine bir işaret atıp oh bu da bitti diyordum. İlk gençlik
yıllarında edindiğim bu alışkanlığı hayatımın farklı evrelerinde yapmış olsam
da atladığım ve plan yapmadığım çok zaman oldu. Bu disiplini kaybetmemek çok
önemli, kaybedildiği an hayat dümeni bırakılmış bir gemiye dönüşüyor.
Doksanlı yılların
başlarında Türkiye'de yabancı şarkıcıların ve grupların konserleri başlamıştı.
Oldukça büyük organizasyonlardı. O yıllarda dinlediğim gruplar genellikle
Metallica, Helloween, Manowar ve Overkill'di. Seksen öncesi rock grupları beni
çok cezbetmediği için Ian Gillan da çok fazla dinlediğim biri değildi. Ama
İstanbul'da hatta Türkiye'de ki ilk ciddi konser olduğu için mutlaka
izlemeliydim. Konser Lütfi Kırdar Spor Salonundaydı. Basketbol maçları
izlediğim bu salonda ilk kez bir rock konserini izleyecek olmanın verdiği
heyecan bir başkaydı. Hava çok soğuktu. Konser olmasına rağmen salonun çevresi
oldukça karanlıktı. Eski toprak müzik dinleyenler çevreye dağılmış bira
içiyorlardı, sanki her zaman konser oluyor ve devamlı gidiyor gibi bir
izlenimleri vardı. Rocker her zaman rockerdır.
Basık ve havasız ortamda
gerçekleşen konserin aslında ses kalitesinden uzak ve sönük olduğunu
anlayabilmem için sonraki konserlere gitmem gerekiyormuş. Işık gösterisi zayıf,
ses düzeni yanlış kurulmuş hoparlörler yüzünden berbattı. En kötüsü Ian
Gillan'ın söylediği parçaları da daha önceden çok kez dinlememiştim. Sesin
cızırtısı, bas, tiz birbirine karıştığından parçaları kesinlikle ayıramıyordum.
Neyse ki sonunda klasik "Smoke On The Water" çalındığında tamam şimdi
oldu dedim. Konser sonrası kafamda çınlayan sesler ve baş ağrısı bile keyfimi
kaçırmamıştı, büyük ve ilklerden bir konsere canlı canlı şahit olmuştum. Konser
salonuna fotoğraf makinesi sokulmadığı için anı bırakabilme şansım olmamıştı.
Sonraki konserlerde bu yasağı delip olabildiğince gizli gizli fotolar çekmeye
çalışmıştım.
Zamanın en teknolojik
işini yapmamıza rağmen işi yürütebilmek için muhakkak işin başında olmak
gerekiyordu. Bilgisayar ekranları tüplü ve çok ağırdı. Verileri toplayan
dağıtıcıların boyutu odalar kaplayacak kadar büyüktü. Verilerin yedeklemesini
yapmak bazen tüm gece sürüyordu. Sabah işe geldiğimizde hala yedekleme devam
ettiği için sistemi kullanmadığımız zamanlar bile olabiliyordu. Yedekleme için
kaset teknolojisi kullanılıyordu. Bilgisayarlarda yazdığımız programlar son
derece sıkıcı, tamamen siyah ekran üzerinde yazılıyordu. Tüm komutlar yazılı
olarak yapılıyor, mouse diye bir alet bile geliştirilmemişti. Bilgi girişleri
firmaların en büyük sıkıntısıydı. Klavyeden yazılı olarak yapılıyordu. Bilgiyi
sisteme aktarma metotları gelişmemişti. Dolayısıyla yalnızca bilgi girişi için
firmalar onlarca kişi çalıştırmak zorunda kalıyorlardı. Hızlı bilgi girişi
yapabilmek daktiloyu on parmak yazmak gibi önemli bir meziyetti. Girilen
bilgilerin kontrol edilmesi de çok zahmetli işti. Bilgi girişi yapanların ki
bunlar çoğunlukla kadınlar oluyordu başlarında mutlaka bir şef olurdu. Bu
şefler girilen bilgilerin çıktılarını büyük yazıcılar sayesinde alır sonra tek
tek kontrol ederlerdi. Kontrol satırını görebilmek için kullanılan kocaman
kocaman cetveller kağıtların üzerinden aşağı doğru inerdi.
Aile ile çocukken gidilen
geziler, İstanbul Karşıyaka arasında çok sık yaptığım yolculuklar dışında yaşadığım
yerden çok fazla uzaklaşmıyordum. İstanbul kendi başına gezmek ve keşfetmek
için oldukça büyük bir hazineydi. Çocukken Ege Bölgesi civarında hemen hemen
görmediğim yer kalmamıştı. En sevdiğim kitap Büyük Dünya Atlasıydı. Atlas
üzerinde tüm haritaları dikkatlice inceler, gitmediğim yerler, diğer ülkeler,
başkentler hakkında bilgiler ile kafamı doldurur, ziyaret etmek için hep hayal
kurardım. Gittiğim yerleri yaşım küçükken bile unutmazdım. Her noktasını
inceleyip, beynimin içine yerleştirmeye çalışırdım. Dağ yolları ve uçurumlardan
fazla hoşlanmazdım. Hatta Bodrum'a giderken yolun dar olması, virajları, ara
ara yolda çıkan yaban hayvanları beni korkuturdu. Yolda tilki, köpek, tavşan,
yılan görmek çok normaldi. Ara ara arabanın önüne çıkan yaban domuzları en
korkunçlarıydı. Yetmişli yıllarda Bodrumun kafasında kovboy şapkası, atı ile
gezen efsane eski bir komiseri de vardı. Her gittiğimizde karşılaşırdık,
muhabbet ederdik. Kendisine Bodrum Şerifi derlerdi. Daha turistlerin adını bile
duymadığı, yolu yüzünden ücra bir yerde kalmış, halkı kendi halinde yaşayan
küçük bir yerleşim yeriydi. İleride Türkiye'nin bir numaralı turistik bölgesi
olacağı aklımıza gelmezdi.
Ayaklarımın üzerinde
durabilmek ve para kazanmak artık kendi başıma gezilere başlamamı daha kolay
kılıyordu. Okulun devam etmesi, tam zamanlı çalışma koşulları bile bir yerlere
kaçmama engel olamıyordu. Hafta sonları İstanbul'un farklı yerlerini gezerken,
resmi tatillerde yakın bölgelere kaçmaya başlamıştım.
Bu gezilerden birinde üç
kafadar Batı Karadeniz'i keşfetmek için yola çıktık. Altımızda Tofaş Kartal,
ikimiz daha önce ehliyetimiz olduğu halde araba kullanmamış, birimiz de arabayı
kullanan acemi şoför. Ehliyet almak o günlerde zaten ayrı bir konu. Maslak
yokuşunda 100 metre arabayı kullanmak ve çoktan seçmeli embesillerin bile
yapabileceği soruları cevaplamak yeterliydi. Yollarda trafik canavarlarının
niye çok fazla olduğunun en güzel kanıtlarından biridir. Gezide bir gece
Devrek'te konakladık ama oldukça farklı yerleri görme fırsatı bulmuştuk. Gölcük
Gölü, Yedigöller, Zonguldak, Ereğli, Safranbolu, Yenice, Karabük ve daha birçok
yer. Saçlarımızın uzunluğu ve giyim tarzımızdan Safranbolu'da ciddi laflar
yemiştik. Millet kendi arasında bu adamlardan millete devlete yarar gelmez diye
konuşuyordu. O ön yargılı davranışlar yüzünden Safranbolu’yu hala sevmem. Daha
iş hayatına başlamamın ilk yılları olmasına rağmen, "devlete, millete
yarar gelmez diyorsunuz ama devlete acaba hanginiz benim kadar vergi
veriyorsunuz" diyerek lafımı da söylemeyi esirgememiştim.
Arkadaşını ya alışverişte
ya da yolculukta tanı diye bir deyim vardır. Bu yolculukta ben bitmeyen saçma
isteklerim ile yol arkadaşlarımı bunaltmıştım. Burada fotoğrafımı çek, yok bir
daha çek, yok pencereyi aç, yok burada duralım, yok şuraya gidelim. Belli
etmediler ama muhtemelen baymışlardır. Yolda acemiliğin verdiği durum ile
tehlikeler de atlattık. Birkaç kez arabayı şarampole soktuğumuzu hatırlıyorum.
Allahtan devrilmedik. Özellikle steyşın vagon arabaların bu tür durumlarda
dengesini kaybedip devrilmesi çok sık görülen bir durumdu. Hatta ilkokul
çağında tanıdığımız bir ailenin steyşın vagon araçlarının bizim aracımızın
önünde devrilip kaza yapmasına şahit olmuştum. Bu kazada sınıf arkadaşım ciddi
yaralanmış, kazada ağır yaralanan ağabeyi ise acil şekilde hastaneye
götürmemize rağmen vefat etmişti. O yüzden steyşın vagon arabaları fazla sevmem
ve dengesiz olduklarını düşünürüm. Zaten artık o şekilde dengesiz arabalar
yollarda fazla görünmüyor.
Kaza ihtimalleri dışında
plansız gezi bizi farklı yollara da soktu. Özellikle Yedigöller yolu ve
Karabük'e bulduğumuz dağ yolu oldukça maceralıydı. Hatta ne akla hizmetse yolda
otostop çeken birini de arabamıza aldık. Aslında amaç kaybolduğumuz için yolu
tarif etmesiydi. Ama Karabük'e dağ yolundan inene kadar dağda ayıların
parçaladığı insanların hikayesini dinledik. İster istemez bilmediğimiz bu dağ
yolları şehir merkezine ulaşana kadar bize eziyetti. Şehre geldikten sonra eve
gidene kadar anayollardan fazla uzaklaşmama kararı aldık.
Ortam iyiydi, iş konusunda
daha mobbing nedir? Baskı nedir? Gibi kavramları hiç duymamıştık. Maaşlarımız
nispeten iyi, yöneticimiz, tepe yönetimi ve çalışma arkadaşları ile ciddi
problemler yaşamıyorduk. Özel yaşamımızın içine iş arkadaşlarımız iyice girmeye
başlamıştı. Yani iş, arkadaşlık dengesini bozmaya başlamıştık. Tecrübesizlik ve
şirketin baskıcı yapısının olmaması, profesyonel davranmamızı da engelliyor, iş
ile özel yaşamı ayırmakta zorluk çekiyorduk. Günler geçtikçe ekipten ve
şirketten kopmalar, şirket değiştirenler olmaya başladı. Şirketin istenen
büyümeyi ve karlılığı sağlayamaması da ayrıca etkendi. Kafamda iş hayatını hala
yerleştirememiştim. Sorumluluk konusunda problem yaşamıyor, derslere rağmen her
sabah erkenden işe gelmeyi ve gece geç saate kadar çalışmayı sürdürüyordum. Ama
bu iş sonunda bana gelecek vermeyecek, ben yalnızca okulumu bitirecektim. Asıl
gelecek okul ile ilgili planlarımı gerçekleştirdikten sonra olacaktı. Yani
içinde olduğum iş yerinden istifa etmek o an için çok kolay bir operasyondu.
İş konusunda danışacak
profesyonel kimsenin olmaması yüzünden herkes işten ayrılma aşamalarında ileri
geri değişik yorumlar yapardı. İşe girerken hatırlıyorum bir insan kaynakları
bölümü ile de görüşmemiştim. Çünkü yoktu, ilk görüşmeyi benim yöneticim olan
kişi ile yapmıştım. Yani işe alımlarda yönetici tamamen kendi insiyatifi ile
çalışacağı kişiyi seçiyordu. İstifa konusunda millet kendi arasında konuşurken,
biri yok tüm haklarım saklı kalsın yaz, yok şöyle yaz böyle yaz gibi
birbirlerine yönlendirmelerde bulunuyordu. Halbuki istifa ediyorsun işte, çoğu
hakkını arkanda bırakıyorsun. Çalıştığın son güne kadar sigortan yattı ise,
izin paranı, çalıştığın günün karşılığını ve mesailerini alıyorsan iyi bir iş
yapmışın demekti. İstifa konusunu şirkette hiç gündeme getirmemişken ani
verdiğim karar ile patronun odasına girip istifa ettim. Patronun odasına
gitmemin sebebi yöneticimin de benden önce ayrılmış olması ve konuşacak başka
muhatabımın olmamasıydı. Adam kim bilir içinden neler düşündü. Kısa ve sıcak
bir görüşmeden sonra konuyu kapatıp yollarımızı ayırma kararını kolay bir
şekilde verdik. Her zaman ilk firmamı olumlu yönleri ile hatırlarım. Doğruyu
söylemek gerekirse iş konusunda rahatsız eden en ufak bir olumsuzluk yaşamadım.
İş hayatına son derece öğretici, insani değerleri yüksek, egolu insanlardan
arınmış bir firmada başlamış olmam çok büyük şanstı.
Yoğun iş günlerinin
ardından tekrar okul hayatına dönmek aslında keyifliydi. Derslere daha fazla
katılıyor, ara verdiğim arkadaşlıkları yeniden canlandırıyordum. Önceki işimde
kazandığım paralar beni bir müddet rahat yaşatacak gibiydi. Derslerin sabah
saatlerinde olması öğleden sonralarının iş zamanına göre daha boş geçmesine
sebep oluyordu. Dersler bittiğinde Beyazıt’tan Eminönü'ne doğru yokuş aşağı her
zaman değişik sokaklardan aşağıya doğru yürüyordum. Yağmurlu ve karlı günlerde
bu yokuşlar kayganlaşarak bazen tehlikeli de olabiliyordu. Genelde bu yolu
yalnız yürümezdim, okuldan birileri oluyordu. Karşıda oturanlar vapur
kullandığı için, bu yokuşları Asya yakasından okula gelen herkes muhakkak
yürüyordu. İş hayatına dalmış ve daha önce başka bir üniversite okumuş olmanın
verdiği tecrübe ile genelde yol arkadaşlarıma anlattığım hikayeler hep bunun
üzerine kurgulanıyordu. O zamanlarda birkaç yıl tecrübeli olmak bile çok şeydi.
Hayatta başarılı olmanın
temel kaidelerinden biri insanın üzerindeki stres oranı. Stresin az olması
gevşekliğe yol açtığı gibi çok fazla olması da paniğe ve dağınıklığa yol
açıyor. İş hayatından ayrılıp yalnızca okula devam etmek üzerimdeki stresi
azalttığı için derslerime de olumsuz yönde yansımıştı. İşe devam etmediğim süre
notlarımın en düşük seviyeye indiği zamanlardı. Derslere devam ediyordum, takip
ediyordum ama sınav zamanı süreden kaynaklı o yaratıcı baskıyı yaşamıyordum.
Özetle derslere çalışırken stres baskısı olmadığı için yeteri kadar konsantre
olamıyordum. Tekrar bu stresi yaratmam gerekiyordu, derslere olumsuz etkisinin
olmadığını da anlayınca tekrar işe girmenin en mantıklısı olduğuna karar
verdim. Daha askerlik yapmamışım, okula devam ediyorum, tecrübem toplasan iki
sene ama iş bulma konusunda en ufak bir şüphem yoktu. Hemen bulacağımı
düşünüyordum. İş aramaya başlamamıştım, tam hareketlenmeyi düşünürken eski
firmamdaki yöneticim aradı. Yeni başladığı firma için sistem analistine
ihtiyacı varmış. Ben her zamanki tarzımla istemem, yoğunum gibi ayaklar çekmeye
başladım. Aklım sıra kendimi ağıra satıyordum. Hedefimi okul bitene kadar işte
çalışmak sonrasında da askere gitmek olarak koyduğumdan aslında bu telefon
görüşmesi çok ciddi bir şanstı. Sonuçta arayan zaten tanıdığım biri, beni ilk
işe alan müdürüm, çalışma tarzını biliyorum, tecrübesini de biliyorum daha ne
olsun? Ayrılmadan önce hepimizi toplayıp tek tek artılarımızı eksilerimizi
söylemişti. Bana en kötü huyumun bir şey talep edildiğinde tepki vermem, itiraz
etmem olduğunu söylemişti. Mantıksız talepler karşısında kolay bırakılacak bir
huy değil ama seneler geçse de bu öğüdü hep hatırlarım, gerçi bu huyumu çok
fazla geliştirdiğimi söyleyemem. Yapacaklarımın yönetilmesi beni hep rahatsız eder.
İş hayatında network
teriminin karşılığının ne olduğunu da öğrenmiştim. İşe girmek için daha önce
çalışılan firmadakiler ve paydaşlarda bıraktığın izlenim çok önemli. Bunun en
somut örneğini çok genç yaşta öğrenmiştim. Elinden bir kişi tutunca o işe girmek
çok daha kolay oluyordu. Firmalar ne kadar kurumsal olsalar da, işe girenlerin
tanıdık vasıtası ile seçilme şansı her devirde çok daha yüksek oluyor. Ama bazı
zamanlarda yöneticinin işe almak için gösterdiği çabalar bürokrasiye de
takılabiliyordu. Nitekim benim başıma bu bürokratik engeller geldi. Ocak ayında
başlamak için el sıkıştığım iş bürokratik süreçler gerçekleşemediği için Mart
ayını buldu. Bunun ana nedeni çalışacağım firmanın özel bir firma olmasına
rağmen aslında belediye altında bir şirket olmasından kaynaklıydı. Ocak başında
işbaşı yapacağım derken bir telefon iş Şubat'a uzadı, Şubat başı aynı şey
tekrar etti. Bu sefer Martta işbaşı. Yapacak bir şey yok, telefon gelince bir
ay yine okul moduna devam. En zor kısımlardan biri de sözlü anlaştığın işe
başlamayı beklemektir. Ya cayarlarsa, ya başkasını alırlarsa, söz veren kişi
işten ayrılırsa gibi kafada binlerce soru dolaşır durur. Hele önceki çalışılan
işten nasıl olsa yeni iş buldum diye istifa edilmişse bu bekleme süreci çok
daha stresli bir hal alır.
Tamamen değişik bir
macera daha başlamıştı. Bu sefer oldukça merkezi bir noktada, çok katlı ve
büyük bina içinde çalışmaya başlamıştım. Buram buram devlet dairesi havası
esen, daha çok okul yapısına benzer, müdürler, daire başkanları için özel odalar
ayarlanmış bir çalışma ortamı. Yani çalışırken yöneticini görmüyorsun. Gelip
ekranına falan bakmıyor. Gerçi daha internet gibi ekranda ne yaptığını dışarıya
gösteren platform da yoktu. Hep kapkara giriş ekranları açıktı. Buna karşılık
çok daha bariz kaytarma metotları vardı. Sayfa sayfa gazete okuyanlar,
çocuklarını yanında getirip ilgilenenler, kazak örenler, sıkı ve uzun muhabbet
edenler, müzik dinleyenler. Çalıştığım yerin okuluma çok yakın olması ve
ortamın bu şekilde ders çalışmaya müsait olması oldukça işime gelmişti. Öğlen
aralarında okula kadar yürüyerek ders notlarını almam, asılı duran sınav
tarihlerine ve sonuçlarına bakmam çok kolaydı. Hatta bazen öğle tatillerinde
derslere bile giriyordum.
Beni en çok hayrete
düşüren çalıştığım katta bulunan sistem odasıydı. Sistem odası zamanının son
derece ilerisinde, daha otomatik kapı kültürü bile yokken parmak izi veya şifre
ile girilebilen bilim kurgu filmlerinden çıkmış gibiydi. İçerisi çok fazla
kişinin çalışmasına imkan tanıyordu. Genelde plotterlar ile uzun dökümler
yapıldığı gibi çok sayıda geniş ekranlı monitörler vardı. Bu monitörler ile
İstanbul'un nazım planı incelenirdi. Nazım planı incelenirken İstanbul'un
uzaydan çekilmiş fotoğrafları da görünüyordu. Sistem odasının içerisi hem serin
hem de tertemizdi. Açıkçası binanın en prestijli kısmıydı.
Yine kimsenin çok
anlamadığı işi yapıyordum. Bu sefer farklı bir yazılım dili olan Cobol ile
çalışıyordum. İngilizcesi "Common Business Oriented Language". Garip
bir yapısı olan anca programcılık tam olarak öğrendikten sonra kullanılan
değişik bir dil. Üniversitede dersini iki dönem boyunca görmüştük. Üniversitede
teorik görülen bir dili gerçek hayatta kullanmak kolay değildi. Hele başkasının
yazdığı kodlar üzerinde çalışmak çok daha zordu. Cobol programı ile belediye
bünyesinde çalışanların maaş hesapları yapılıyordu. En ufak bir katsayı
değişimi, vergi değişimi program üzerinde parametreleri değiştirmek zorunda
bırakıyordu. Sonuçta paraya dokunan bir iş, dikkatli olmak lazımdı. Program
hazır olduktan sonra çalışanların maaş değişiklikleri operatörler tarafından
sisteme giriliyordu. Sonrasında kontroller ve bordro basımı. Standart devam
eden bu işi götürmek çok zor değildi. Yalnızca program içinde yapılan küçük
değişiklikler durumu kurtarıyordu. Tam böyle rutine bağlamış, dersleri de
yoluna koymuşken katma değer vergisi için fatura toplama ve vergi iadesi
gündeme geldi. Bu durum programlarda revizyon gerektiriyordu. Artık bakım için
yaptığım basit işlemler dışında yeni programlar geliştirmem gerekiyordu. Doğal
olarak Cobol konusunda yardımcı olacak kimse de yoktu. Temeli düzgün atılmayan
inşaat gibi yeni yazdığım programında temeli zaman yetersizliğinden dolayı tam
değildi. Üzerine yama yapa yapa programı idare eder bir hale getirdim. Artık
program personelin vergi iadelerini hesaplayacak hale gelmişti.
Gündeme gelen KDV
fişlerini toplama ve kayıt altına alma işi, beni ilgilendiren yazılım kısmı
dışında tüm çalışanları ilgilendiriyordu. Fişler artık resmen paraydı.
Çalışanlar vergi iadelerini alabilmek için tüm çevresindekileri fişler
konusunda uyarmış, kazandıkları para kadar fiş toplamak için ellerinden geleni
yapıyorlardı. İşin en zor yanı fişleri teslim etme zamanı yaklaştığında dosyaya
elle bu fişlerin detaylarını yazmaktı. Milletin aklı son gün geldiğinden
genellikle fişleri zamanında yetiştirebilmek için sabahlamak bile gerekiyordu.
Market fişlerinde geçmeyen kalemleri çizmek, fiş tutarını tekrar toplamak hep
zaman alıyordu. Piyasada fiş yazma zamanı yığınla naylon fiş dolaşmaya
başlardı. Bu fişleri riske girip alanlar karaborsaya ödedikleri paradan daha
fazlasını vergi iadesi olarak alırlardı. Yıllarca süren bu uygulama fiş yazma
sektörü diye bir iş kapısı bile açmıştı. İnsanların emekleri, zamanları boşa
gitti. Yalan yanlış kontrol edilmiş fişler, naylon faturalar, yanlış yazımlar
hem devlete hem de çalışanlara para kaybettirdi. Yine de en güzel yanı maaş
zamanı bu paraları geri almaktı. İlaç gibi geliyordu. Aslından bir cebimizden
çıkarıp diğer cebimize parayı sokuyorduk.
Devlet dairesi kültürü
yerleşmiş olduğundan genelde bölüm müdürleri, daire başkanları ne iş yaptığım
ile ilgilenmezdi. Bir nevi başıboş, kendi kafama göre takılıyordum. Problem
çıkmadıkça sorunda yoktu. Herkes kendi derdindeydi. Bir gün İstanbul'un en uzak
noktasına sürülme riski memurlar için hep vardı. Müdür olan bir memurun belli
bir zaman sonra yan masada düz memur olması da çok sık görülen bir durumdu.
Hele belediye başkanının değişmesi demek çoğu memur için Hadımköy kapılarının
sonuna kadar açılması demekti. Hadımköy o günlerde İstanbul'un sürülebilecek uç
noktasını temsil ediyordu. Uzak noktalar hem iş olarak hem de ulaşım imkanları
olarak en kötü noktalardı. Sözleşmeli olanların birçok olumsuzlukları olmasına
rağmen en azından bu tür saçma sapan riskleri yoktu. Bu tür çalışma ortamları
kariyer beklentisi olanlar için tercih edilecek en son yerlerdir. Ete süte
dokunmadan düşük gelir ile kafam rahat olsun diyorsanız tercih edilebilir, tabii
pozisyon için etkili bir tanıdık bulunabilirse. Yöneticilerin ortamı serbest
bırakması kişisel ilişkilerin oldukça iyi olmasını sağlıyordu. Genelde
çalıştıkları kişinin kim ile ne derece ilişkisi var bilinmediğinden belki de
yöneticiler Hadımköy riskine girmemek için bu şekilde davranıyorlardı.
Okul, iş hayatı, ev
düzeni oldukça ahenkli gidiyordu. Çünkü iş yeri çok fazla yormuyor, aynı
zamanda mesai saatlerinde ders çalışmaya bile zaman kalıyordu. Lokasyon
yüzünden yolda çok vakit geçirmiyor, hatta rahattan rahatsızlanıp Almanca
öğrenmek için Taksim'de Alman Kültüre bile devam ediyordum. Dil konusunda
tecrübelerim şunu gösteriyor. Çok dil bilmek inanılmaz büyük avantaj. Evet ama
yabancı dili ne seviyede anlayıp kullanabildiğin çok önemli. İngilizceye orta
seviyede hakim olup konuşmakta zorlanıp, problem yaşıyorsan ikinci bir dili
öğrenmenin hiçbir anlamı yok. İki dili yarım yamalak bileceğine tek dile çok
iyi derecede hakim olmak kesinlikle daha avantajlı. Dil kişiden kişiye değişen
bir yetenek olduğu gibi özellikle ilköğretiminden itibaren yabancı dil kültürü
yerleşmiş okullarda okumuş öğrencilerin dil başarısı kesinlikle daha fazla.
Zaman geçirme amaçlı gidilen yabancı dil kurslarının birkaç sene içinde kafada
en ufak kalıntı bırakmadığını da test edip onayladım. Üniversitedeki hazırlık
sınıfları bile erken öğrenilmiş yabancı dilin verdiği avantajı vermeyi
başaramıyor. Geç kalındı ise muhakkak dilin konuşulduğu ülkede de yaşamak
gerekiyor tamamı ile hakim olabilmek için.
Belediye Başkanının
seçileceği seçim yaklaşırken şirket içinde biz de küçük anketler yapmaya
başlamıştık. Seçim sonuçlarını tahmin etmeye çalışıyorduk. Çalışanları son
derece etkileyecek bu durum beni çok fazla ilgilendirmiyordu. Okulda son seneye
girmiştim. Artık tek amaç bir an önce okulu bitirip, işten ayrılıp hızlı bir
şekilde askere gitmekti. Aslında insana dayatılan bu sıralamayı bozmak mümkün
olabilirdi. Yurt dışında çalışma imkanını zorlamak, daha kurumsal bir yapı
içinde çalışmak gibi. Her zaman askerlik konusu engel olabileceği için bu
alternatifleri zorlamayı düşünmedim. Belki de hem ülkenin hem de yakın çevremin
içinde bulunduğu ortam bunu gerekli kılmadı. İnternet imkanı olmadığı için
dünyaya açılabilmekte çok kolay olmuyordu. Yabancı firmalar ile en büyük
yakınlaşmam yabancı dergilerde bulunan katalog isteme formları ile sınırlıydı.
Adamlara bu formları yollayıp en son kataloglarını ve materyallerini isterdim.
Birkaç ay sonra mutlaka dönüş olurdu. Bazen küçücük bir zarf ile ilgilendiğiniz
için teşekkür yazısı, bazen de ürettikleri ürünlerden numuneler veya bilgi
diskleri gelirdi. Yollanan numunelerden bazıları gümrükte takılıp kalırdı.
Gümrükten mektup yazarlardı gelin alın diye ama gelen numune için kim gidecek,
bırakırdım gümrüğe.
Türkiye'nin sonucuna göre
sonraki günlerini, hatta uzun yıllarını etkileyecek olan yerel seçim günü
geldiğinde hala kimse kesin bir fikir söyleyemiyordu. Seçim sonuçları da tahmin
edilemediği gibi birbirine çok yakın çıkmıştı. Üç partinin adayı %20 oranının
üzerinde oy almıştı. Seçim sonunda iki sağ parti ilk iki partiydi, Refah
Partisi %25 ile %22'lik Anavatan Partisi'nin önünde seçimi kazanmıştı.
Arkasından gelen sol parti SHP %20 oy alabilmişti. Seçimin sonunda diğer bir
deyiş ile yeni CEO'muz belli olmuştu. Ankara belediye başkanlığının da aynı
parti tarafından kazanılması ülkede genel olarak islamcı bir politika uygulanma
tedirginliğini gündeme getirdi. Televizyon kanalları bu konuyla ilgili yeni
seçilen belediye başkanlarını devamlı programlara davet ediyorlardı. Onlar da
ellerinden geldiğince politikalarının düşünüldüğü gibi olmadığını halka
anlatmaya çalışıyorlardı. Aynı sıkıntılar belediye çalışanları tarafında da
devamlı konuşuluyor, bir kesim özgürlüklerini, bir kesim de işlerini kaybetme
korkusu ile tedirginlik yaşıyordu. Seçim sonrası bazı çalışanlar daha iyi
pozisyonları kapabilmek için renklerini belli etmeye başlamıştı. Değişimi rahatlıkla
gözlemleyebiliyordum.
Firmalarda çalışanların
motivasyonunu yükseltmek, arkadaşlık bağını güçlendirmek için bazen sosyal
faaliyetler yapılır. Bu faaliyetlerin bazılarını şirketler kendi bütçesinden
karşılar. Kimi şirketler elini cebine atıp ciddi paralar harcarken bazı
şirketler ise kuruş bile harcamaz. Şirket kuruş harcamayınca çalışanlar kendi
imkanları ile faaliyet yapmaya çalışır. Bizim de yapabildiğimiz tek faaliyet
halı saha maçlarıydı. Kendi aramızda para toplar genellikle Kumkapı civarında
sahile yakın halı sahalarda maç yapardık. Halı saha maçlarının öncesinde doğru
dürüst ısınmaz hemen maça başlardık. Gün boyu şirkette koltukta oturup bir anda
içimizdeki enerjiyi sahaya ısınmadan yansıtmaya çalışmamız aslında bildiğin
intihardı. Şansıma halı saha maçlarında oynarken ölümle sonuçlanan bir vaka
yaşamadım, ama kendi başıma gelen kol kırılması, göğüs kafesi çatlaması ve ayak
bileği burkulması sakatlıklarından sonra uzun süre devam ettiğim halı saha
maçlarına makul bir yaşta veda ettim. Halı saha maçları oynadığımız zamanlarda
Maradona, Pele ile birlikte dünyada hala en bilinen futbolcuydu. Halı sahada
oynarken kendimi Maradona ile özdeşleştiriyordum. O da terk etti bu dünyayı
zamansızca. En esprili anılardan biri de o günlerde yıldızı Türkiye'de parlayan
Şifo Mehmet'in çakması olarak düşündüğümüz Mehmet isimli arkadaşımıza Sifon
Mehmet ismini takmamızdı. Şifo Mehmet'te ismini Belçikalı ünlü futbolcu Enzo
Scifo'dan alıyordu. Malum yeni belediye başkanımızın da futbol geçmişi vardı.
Değişimin etkisi çok kısa
zamanda görülmeye başlamıştı. Çalışanlardan daha önce başı açık olup kapanmaya
başlayanlar, takunya ile dolaşanlar, abdest aldığını göstermek için omzunda
havlu taşıyanlar ortaya çıktı. Ramazanda dışarıda yemek yemeye çıkıp geldiğimi
anlayanlar espri ile karışık, bak üzerine şu yemeği dökmüşsün, bak yakanda
pirinç tanesi kalmış gibi dokundurmaya başlamışlardı. Bunların hepsi ben de
sizdenim demek için ilgiyi üzerilerine çekmek isteyenlerdi. Asıl değişim bilgi
işlem bölümüne iyi eğitimli, iş yapma yeteneğine sahip, çalışkan bir grubun
gelmesi ile oldu. Yavaş yavaş yapılan işlere hakim olmaya başladılar.
Kısa dönem için
planladığım hedeflerimin sonuçlanması artık iyice yaklaşmıştı. Okul bitmek
üzere, finaller de başlamıştı. Yeni gelenler, değişen yönetim, takunya giyenler
beni hiç etkilemiyordu. Finaller çok kısa zaman içinde tamamlanacağından
hepsini bir arada çalışmaya başlamıştım. Son dönem olduğu için hatanın telafisi
yoktu. Boşu boşuna bir seneye mal olabilirdi. Bazı sınavlarda takıldığım yerlere
bakabilmek için küçük, gömleğin yaka cebine girecek konu başlıklarını yazdığım not
kağıtları hazırlardım. Takıldığım bir konu olduğunda yazdığım başlığa bakar, çalıştığım
detayları daha kolay hatırlardım. Bu taktikten hiç sıkıntı yaşamamıştım, zaten
bazı sınavlar kitap defter açık yapılırdı.
Son iki sınav kalmıştı.
Diğerlerini geçtiğimi düşünüyordum. Yine çalışma notlarım cebimde aynı taktikle
sınava girdim. Artık konuları bilsem bile istem dışı kağıtlara gözlerim
takılıyordu. Girdiğim sınav sayısal ağırlıklı olmasına rağmen ben notlardan
bilgi aramaya koyuldum. Dalmış bir şekilde kağıtları cebimde çeviriyordum.
Muhtemelen sınav soruları dışında yine hayal alemine dalmışken sonraki
dönemlerde önemli bir ekonomi profesörü olan sınavda görevli hoca kağıdımı
aldı. Ben ne oluyor derken sınav kağıdı elimin altından kaydı gitti. Söyleyecek
bir şey yok, yapmadım desem kağıtlar cepte duruyor. Ver dese ders ile ilgili
notlar. Mecburen sınavı tartışmadan bırakıp çıktım. Tek ders sınavına kendimi
hazırladım. Tek ders sınavı demek okulun en az Kasım'a kadar uzaması demekti.
Planlarımda gecikme olmuştu.
Sınav sonuçları okulun
genellikle dışarıdaki kısmına, ek binaya asılırdı. Sonuçlara bakarken bir
dersten 39 aldığımı gördüm. Tekrar, tekrar baktım asılı not 39'du. Ulan dedim
son sene, son dönem 39 ile öğrenci mi bırakılır. Diğer taraftan kağıdım sınavda
alındığı için koca bir sıfır daha var. Yani gözümün önünden bir sene bir anda
kaydı gitti. Hemen bir aksiyon almam lazımdı. Hem okulun bitmemesine hem de
çalıştığım firmada daha uzun süre kalmaya dayanacak sabrım yoktu. Bir an önce
hayatımı düzene sokmak istiyordum.
İlk iş 39 veren hocayı
bulup konuşmaktı. Hoca o zamanlar oldukça ünlü bir haber spikerinin de kardeşi
bu arada. Telefon falan yok ki, ders girişi ya da çıkışlarında yakalamam lazım.
Bir taraftan işe gidiyorum. Hocanın ders programını aldım. Ders çıkışı kapıda
beklemeye başladım. Yakalayınca, "Hocam, sizin dersten 39 almışım, aslında
soruları yapmıştım, tam son dersim, falan filan" hikaye yazmaya başladım.
O zaman git öğrenci işlerine dilekçe ver, sonra değerlendirmeye alayım dedi.
Hemen aksiyon alıp dilekçeyi yazıp öğrenci işlerine teslim ettim. Bu arada hoca
tek ders sınavı için para vereceğimi de arada söylemişti. Umurumda olmadığını
kendisine de söyledim. O parayı ödemesem zaten bir sene daha okuyacağım. Üç
kuruşu düşünecek halim yoktu. Dilekçe eline geçtiğinde notu düzelteceğine söz
verdi, rahatlamıştım. İki, üç hafta geçti ben öğrenci işlerine gidip geliyorum
düzelen not falan yok. Stres tavan yapmış durumda, bir taraftan diğer kaldığım
ders için tek ders sınavını kaçıracağım, zaman iyice daralmıştı. Mecburen yine
hocayı bulup konuşmam lazımdı. Bu sefer derse girmeden yakaladım kendisini.
Amfi dolmuş ben kapıda hocayı yakalamaya çalışıyorum. Garip bir durum. Hızını
kesmedi derse girdi. Ben de peşinden kürsüye geldim. Hocam benim dilekçe ne
oldu falan diye gevelerken o amfideki kalabalığa dönüp işte mezun olmak için
son sınıf öğrencileri beni hep böyle yakalıyor diyerek espri yaptı. Bana
dönerek "ya o iş tamam, ben dilekçeyi onaylayalı nerede ise bir hafta
oldu" deyince koşar adımlar ile öğrenci işlerine gittim.
Öğrenci işlerinde
çalışanlara dilekçenin onaylandığını ve kendilerinde olduğunu söyledim. Şöyle
arıyormuş gibi yapıp çekmecelere baktılar. Yine her zaman yaptıkları gibi yok
bize gelmemiş dediler. Ben iyice sinirlendim, o zaman dedim çekmeceleri ben
arayabilir miyim? Daldım çekmecelere bakmaya başladım. İlk önce çalışanların
tarafındakilere baktım, tüm evrakları inceledim yok. Sonra odanın diğer
tarafında duran dolapların çekmecelerine bakmaya başladım. Aralarında soyadımın
olduğu bir kağıdı görünce hırsla aradan çekip çıkardım. Dilekçeyi okudum,
baktım evet aradığım dilekçe. Bulduğuma mı sevineyim, öğrenci işlerindekilerin
lakayıtlığına mı sinirleneyim, amfide madara olduğuma mı sinirleneyim
bilemedim. Çok fazla konuşmadan oradan hemen uzaklaştım. Bu aşamadan sonra tek
ders sınavı için para ödeyip, tekrar dilekçe vermem gerekiyordu. Tek ders
sınavına girebilmek için yeni dilekçeyi tekrar getirdiğimde artık beni
tanıyorlardı. Sıkıntı yaşamadan bu dilekçe faslını kapattım. İşini iyi takip
etmeyen insanlar yüzünden, diğer insanların nasıl etkilendiğini de ciddi bir
deneyim ile öğrenmiş oldum. Aslında işi bu duruma getiren bendim. Sınavda
dikkatsizliğim bu duruma neden olmuştu.
Tek ders sınavının
sonuçlarının açıklanması ve okuldan mezuniyet belgesini almam Kasım ayını
bulmuştu. Hem işten ayrılmam hem de Nisan ayında askere gitmem için elimi çok
çabuk tutmalıydım. Yoksa dört ay daha aksayacaktı askerlik işi. Nereden
öğrendiysem artık askerlik için acil dilekçe verilebileceğini öğrenmiştim.
Mezuniyet belgesini aldıktan, askerlik için dilekçeyi verdikten sonra yapacak
tek şey şirketten ayrılmaktı.
Askere gideceğimi sözlü
tebliğ ettikten sonra gitmemem için baskılar başlamıştı. Özellikle tüm
maaşların takip edildiği programın sorumlusu ben olduğum için biraz panik
başlamıştı. Her seferinde farklı bir yönetici ikna etmek için benimle görüştü
ama ben kafaya takmıştım, artık noktayı koyup buradan gidecektim. Seneler sonra
orada kalsam kazanacaklarımın çok fazla olabileceği gerçeği önüme çıksa da ben
doğru bildiğimi yapıyordum. Değerlerimi kurumsal menfaatler için çiğnememek her
zaman ana prensiplerimden oldu.
Bir firmadan ayrılırken
haklarını bilmenin çok önemli olduğu gerçeğini hala kavrayamamıştım. İlk
firmamdan istifa ile çıktığım için bir hak talep etmemiştim. Ama burada
ayrılmam askerlik hizmeti için olduğundan alabileceğim kıdem tazminatım vardı.
Bunun bile farkında değildim. Çıkış görüşmesi için genel müdür yardımcısı ile
görüşmem lazımdı. Yani hikayeyi ona anlatacaktım. Okul bitti, askere gidiyorum,
acil başvurdum falan filan. Randevu aldım görüşme günü için bekliyorum.
Görüşeceğim bina farklı bir yerde, hatta İstanbul'un karşı yakasında. Atladım
görüşme günü gittim, cep telefonu olmadığı için görüşme iptal olsa bile bilgi
almam yoldayken imkansızdı. Sekreteri ile görüştüğümde, görüşeceğim kişinin
trafik kazası yaptığını, gelemeyeceğini söylemesi üzerine tekrar görüşmeye
gitmeye bile üşendim. Sonradan öğrendiğimde trafik kazası oldukça ciddi
boyuttaydı. Zaten kısa bir zaman içinde görüşmenin gerçekleşmesi mümkün
değildi. Hiç uğraşmadan hakkım olan kıdem ihbarını bırakıp şirket ile ilişkimi
kestim. Artık kuş gibi özgürdüm. Okul bitmiş, çalıştığım bir iş kalmamış, askerlik
içinde gün saymaya başlamıştım...
Ne kadar hızlı
askerlikten kurtulursam o kadar iyidir diye düşünerek askerliğimi kısa dönem
yapmayı planlıyordum. Şansıma istediğim oldu. Başvuru ve görüşmeler sonrası
denizci kısa dönem er oldum. Kısa dönem denizci erlerin acemilik görevini
yerine getirdikleri Poligon'a düşünce tam anlamı ile turnayı gözünden vurdum.
Askerlik için memlekete geri dönmüştüm. Gerçi askerlik süresince memlekette
miyim yoksa farklı bir yerde miyim anlama imkanı olmuyordu. En büyük avantaj hava
durumuydu. Nisan ayında hava durumu genel olarak diğer bölgelerden çok daha
iyiydi. Soğuklar geçmiş, sıcaklar daha gelmemişti. Yaklaşık bir ay süren
acemilik boyunca her gün birbirinin fotokopisi gibi geçti. Genelde aynı
yaşlarda üniversite mezunu olan gençler iletişim kurmakta zorluk çekmiyordu.
Koğuşlarda muhabbetin dibine vuruyorduk. Kimi liseden kimi üniversiteden hatta
ilkokuldan arkadaşlar birbirleri ile bu ortamda karşılaşmışlardı.
Kısa dönem denizci
erlerin torpilli olduğunu düşünmeleri ile birlikte erlerin eğitim düzeyi
astsubay olan komutanların daha mesafeli davranmasına neden oluyordu. Öyle
bağırma, hakaret etme olayları hiç olmuyordu. Yaptığımız en ağır görev
nizamiyede düzenli koşulardı. Koşu dayanıklılığı olmayanlar için zordu ama
sağlığına dikkat edenler için çok yararlı bir aktiviteydi. Karavana yemeği
dışında pizza yapan bir kafe vardı. Cebinde parası olanlar bu kafeden pizza,
ayran, kola temin edebiliyordu. Sınırlı süreli olmak kaydı ile ziyaretçiye de
izin vardı. Zaten tüm süre bir aydı. O yüzden çok zorlayıcı ya da kafaya
takılacak bir zorluk yoktu. Hep ailesi ile yaşamış, daha önce kendi başına ya
da arkadaşları ile evde, yurtta kalmayanlar zorluk çekebiliyordu. Ama o kadar
tecrübenin kimse için bir zararı yoktu. Koğuşlar genel olarak çok kalabalıktı. Giyilen
elbiseler ve ayakkabılar daha önceki devrenin kullandıkları olduğundan ilk
aşamada rahatsız ediyordu ama sonrasında bir yolunu bulup yıkıyorduk. İlk başta
giysileri temiz seçebilmek oldukça önemliydi. Özellikle ayakkabıları seçerken
hepsi bir noktaya yığılmış olduğundan uygun numarayı bulmak, diğer tekini de en
azından aynı yenilikte bulabilmek hayatiydi. Çiftini bulamayıp her iki ayağı
farklı numara giyen askerler bile oluyordu. Ortamda herkes aynı giyindiği için
aslında kimse kimseye bir laf etmiyordu. Uzun süre pis kalmakta da sorun yoktu.
O yüzden öyle evdeki gibi banyo ihtiyacı olmuyordu. Ayrıca yenen yemeklerin
içeriğinden ve abur cubur yememekten tuvalet ihtiyacı bile sivil hayattaki gibi
değildi. Devamlı koşup, hareket ettiğimiz için sanki kendi içimizde
tüketiyorduk. Zaten tuvaletler bir denetleme falan olacaksa temiz kalması için
kapatılıyordu. O durumda artık nizamiye içinde bir yer bulma mecburiyeti vardı.
Küçük bir dere akıyordu. O derenin üzerine tünemiş ihtiyaç giderenleri bile
görmüştüm.
Okul arkadaşları,
memleket arkadaşları derken televizyonda çıkan, sinema oyuncusu, spiker birçok
ünlü de aynı mekanda askerlik yapıyordu. Hepimiz aynı koşullarda, koğuşta
günlerin geçmesini bekliyorduk. Genelde koğuş önündeki merdivenler, boş alanlar
muhabbet yerleriydi. O bir ay içinde insanın yaptığı tek sosyal şey konuşmak,
muhabbet etmekti. Her türlü muhabbet dönüyordu. İnsanlar çalıştığı, yaptığı
işlerden bahsediyor, bazen konu dine bile geliyordu. Bu ortamda farklı
dinlerden, inancı olmayan insanlardan hepsi ile yakın samimi muhabbetler döndü.
Ağır eleştirilerde bile insanlar birbirini kırmıyordu. Belki de bu konuların en
şeffaf masaya yatırıldığı ortam koğuşların önündeki merdivenlerdi. Bir Musevinin
bir müslüman için düşündüğü en detaylı karşı görüşleri bile öğrenebiliyordum.
Empati yapabilmek ve insanların net fikirlerini dinlemek son derece iyi bir
tecrübeydi. En önemlisi bu konuları medeni şekilde tartışabilmek ve kimsenin
birbirini kırmamasıydı. Yıllar geçtikçe o medeni ortamı yakalayabilmekte çok
zorluk çektik.
Metrekareye çok fazla
kişi düştüğü için tur atarken karşılaşılan eski arkadaşı bir daha görmek bazen
mümkün olmayabiliyordu. Fırsat buldukça eğer birinde fotoğraf makinesi varsa
toplu fotoğraflar çekiliyorduk. Tabii o çekilen fotoğrafların çok azına sahip
olabildik sonunda. Yemin töreni yaklaştıkça artık ayrılma psikolojisi ağır
basmaya başladı. En önemli konu , kalan yedi ay için nereye yollanacağımızdı.
Diğer birimlerden farklı olarak denizciliğin avantajı gidilecek yerlerin deniz
kenarı bölgeler olmasıydı. Deniz kenarında olmayan ve gitme ihtimali olan tek
yer Ankara, gidilecek en uzak mesafe muhtemelen İskenderun’du. Yani denizciler
daha en baştan terörün ve çatışmanın olduğu bölgelerden nispeten uzak
duruyorlardı. Bununla birlikte bir savaş gemisinde ya da denizaltıda olma
ihtimali de unutulmamalı. Özellikle denizaltı görevi her babayiğidin yapacağı
iş değil. Günyüzü görmeden günlerce küçücük bir odada zaman geçirmek, yattığın
yatakta dönememek, kısaca nefesi bile doya doya içine çekememek kolay değil.
Yoğun koşu temposu,
yetersiz beslenme ve hareketlilik fazla kiloları bir ay içinde götürmüştü.
Artık yemin törenine hazırdık. Klasik askeri törenlerde olduğu gibi sıralı bir
şekilde tribünde izleyen komutanlar ve ailelerin önünden geçtikten sonra yemin
törenine parça parça katıldık. Bayrak huzurunda edilen toplu yemin ile artık
sözde acemilikten çıkmıştık. Kafa değişmedikçe değil bir ay aylarca eğitim
görsen bile asker olunmaz. İnsanda savaşmak içgüdüsü olması lazım. Yoksa bizim
gibi bitse de gitsek mantığındakiler için değil bu iş. Yemin töreni sonrası
ailemin evine gitmem en fazla yarım saatimi almıştı. Acemilik artık sanki hiç
yaşanmamış gibi unutulmuş bir anı olmuştu benim için. Bu arada acemilik sonrası
askerliğimi devam ettireceğim yer de belli olmuştu. Artık gerçekten torpil mi yoksa
şans mı yanımdaydı bilinmez, hayatımda yaşadığım iki şehirden birincisinde
acemiliği bitirmiş, ikincisine ise askerliğin devamını yapmak için tekrar geri
dönecektim. Yani o askerlik yap farklı şehirler gör stratejisi benim için
tamamen çökmüştü. Hatta devamlı yaşadığım Boğaz'dan da uzaklaşmıyordum.
Hayatımın akışına baktığımda İstanbul Boğazı benim için her zaman en önemli
lokasyonlardan biri olmuştur.
Verilen tatil arasında
Kadıköy'deki evime tekrar geri dönmüştüm. Kadıköy büyük bir ilçe ama evim
hakikaten Kadıköy diye bilinen en merkezi alandaydı. Vapur iskelesine yürüsen
beş dakika, Moda'ya gitsen en fazla on dakika yürüme mesafesindeydi.
Metalcilerin mabedi diye adlandırılan Akmar Pasajının dibindeydi. Kadıköy'ün o
kendine has kokusunu içime derin derin soluduktan sonra birliğime teslim olmak
için hazırlıklarıma başladım. Üsküdar'dan tek otobüs ile uzun bir yolculuk
sonrası birliğime gidebiliyordum. Üsküdar Kadıköy arası ise diğer otobüsün
aldığı yol ile kıyaslandığında bana kısacık geliyordu. Yoldan bile saymıyordum.
Bir an önce bitmesini istediğim bir macera daha başlıyordu. Nasıl bir yer ile
karşılaşacağımı merak ediyordum.
Acemi birliğinin o
kalabalık ortamı gitmiş, sakin Boğaz kıyısında oldukça geniş alana yayılmış
askerliğimi yapacağım yere gelmiştim. Ortama girilen kapı resmen Anadolu
Kavağı'nın içinde merkezi bir yerdeydi. Kapıdan çıktıktan sonra elli metre
yürüsen balık lokantalarının yanına gidilebiliyordu. İçerideyken balık lokantalarından
yayılan balık ve rakı kokusunu koklamak için lokantaların olduğu bölgeye
gitmeye bile gerek yoktu. Askerlik yapıyorsun bir tarafta Boğaz'ın temiz havası
diğer tarafta balık ve rakı kokusu. Aslında askerlik yapıyor olsak da çok sıkı
değildik, gece belli saatten sonra kapıdan çıkıp Anadolu Kavağının içinde
gezinmek bile nöbetçi tanıdıksa mümkündü. Ben hafta sonları evci çıkma derdinde
olduğumdan öyle kısa kaçamaklara fazla rağbet etmiyordum. Kapıdan dışarıya
çıkmadan da gezilecek alan oldukça yeterliydi. Koğuşlar acemi birliği kadar
kalabalık değil, daha ferahtı. İlk izlenim askerliğin burada oldukça keyifli
geçeceği yönündeydi.
Askerliği birlikte
yaptığımız arkadaşlar çoğunlukla uzun dönem erlerdi. Kısa dönem askerler
azınlıktaydı. O yüzden kısa dönem erler genellikle ofis işlerinde
çalıştırılıyorlardı. Diğer işler uzun dönemler arasında paylaştırılmıştı. Ofis
işi denince bilgisayar başı iş falan diye düşünmemek lazım, en modern alet
daktiloydu. Çocukluğumda evdeki eski daktilo ile yazı yazmayı çok severdim.
Şimdi karşıma bu fırsat sonuna kadar gelmişti. Her evrağı daktilo ile
yazıyordum. Daktiloya yabancı değildim ama bilgisayarlardan sonra attan inip
eşeğe binmiş gibi olmuştum. Yazdığım kağıtlar bile sarı teksir kağıtlarıydı.
Genellikle resmi yazışmalar, teskereler, izin belgeleri yazıyordum daktiloda. Devamlı
büroda olunca izin isteyen, hastaneye sevk isteyen, nöbetini değiştirmek
isteyen, rapor getirenlerin hepsinin uğrak yeriydi. Yavaş yavaş nöbet ve
izinleri ayarlama konusunda söz sahibi olmaya başlamıştım. Gündüz çalıştığımız
için bize tutturulan nöbetler hep gece vardiyasındaydı. Dört saatlik nöbeti
çeşitli nöbetçi subaylar ile beraber tutuyorduk. Ana görevimiz onlara destek
olmaktı. Nöbet süresince ister istemez muhabbet gelişiyordu. Bazen sivil hayat
ile askerlik koşullarını karşılaştırır derinlemesine konuyu masaya yatırırdık.
Hepsinin karakteri farklıydı. Kimi otoritesinden hiç ödün vermeyen yapıda, kimi
ise içindeki duygusal karakteri açığa çıkaracak kadar açıktı. Nöbetin en zor
kısmı gece 12 ile 4 arasındakiydi. Tam uykunun en derin olması gereken zamanda
nöbet tutmak oldukça yorucuydu. Ertesi gün uyuma imkanı olmadığından ortalıkta
zombi gibi dolaşmak zorunda kalırdık. Az uyuma alışkanlığımı askerde kazandım.
Aslında az uyuma alışkanlığı hayatı daha uzun yaşamama yarayacaktı. Az uyumanın
vücudumda olumsuz bir etkisini görmedim. Hafta sonları öğlene kadar uyuma
alışkanlığı olanları anlayamıyorum, önemli olan uzun süreli uyumaktan çok
düzenli saatler aralığında uyuyabilmek.
Yazıcılığın avantajı ile
olağan dışı bir olay yoksa Cumartesi sabahı evci çıkıp eve gitme şansı
yakalıyordum. Eve gelip denizci üniformasını çıkarıp ayakları uzatmak, duş
almak, sonrasında Kadıköy sokaklarında rahat rahat gezmek o günler için paha
biçilemezdi. Pazar akşama doğru yine üniformamı giyip birliğime geri
dönüyordum. Bazen tam evci çıkmaya hazırlanmışken gelen emir ile yerimize
çakılabiliyorduk. Sonuçta askerdeydik, güvenlik riski olduğunda çarşı iznini
hemen iptal ediyorlardı. Bu durumda dışarısı için giydiğimiz üniformaları
çıkarıp tekrar normal halimize dönüyorduk. Boğaz kenarında futbol maçı
yapabileceğimiz büyük sahamız vardı. Hafta sonu dışarı çıkamamamızın intikamını
resmen toptan alıyorduk. Maç dışında Boğazın kenarında gizlenmiş, İstanbul'da
olmasına rağmen kimsenin bilmediği ve giremediği bazı sığınakları
keşfediyorduk. Balıkçılardan da balık ekmek sipariş edip onları yiyerek
muhabbet ediyorduk. Kafada ciddi bir sorun olmadan günler geçiyordu. Askerliği
tamamlayana kadar yapacak bir şey yoktu. Hayatımın tamamını sanki hep burada
geçirmiş gibi hissediyordum. Sanki ne öncesi vardı ne de sonrası olacak
gibiydi.
Askerliğin öğrettiği en
acı gerçek özellikle cahil insanlara çok güvenmemek gerektiğiydi. Hepimiz aynı
koğuşlarda kalıyorduk. Koğuş arkadaşları ile iletişim kurarken eğitimine,
memleketine, ekonomik durumuna takılmıyorsun. Kader birliği yaptığımız için o
ortamda olan herkes sonuçta bizim arkadaşımızdı. Bu insanlarla konuşuyorsun,
gerektiğinde ekmeğini, yemeğini paylaşıyorsun. O kadar iyi niyete rağmen ortamı
boş bıraktığında dolabını patlatıp içinde işe yarar ne varsa almaları insana
çok acı bir ders oluyor. O kadar cahildiler ki bu çaldıklarını aynı ortamda
kullanmaya bile cesaret edebiliyorlardı. Yaşananlar doğal olarak yalnızca kısa
dönem erler ile ilişkileri yoğunlaştırmaya insanı mecbur bırakıyordu. Görüşülen
kişiler zamanla doğal seleksiyona uğramıştı. Korkusuzca hırsızlık yapabilen bir
kişinin durup dururken senin kafana dipçiği geçirmesi çok uzak bir ihtimal
değildi. Geceleri dışarıda nöbeti olanların gelip tüfekleri ile yatağa girip
uykuya dalmaları ise başka bir tehlike konusuydu. Uyku sersemi eli tetiğe gitse
koğuşta facia yaşanabilirdi. Biz bu tür tehlikeli bir olay yaşamamış olsak bile
muhtemelen birçok birlikte bu tür dikkatsizlikler sonucu askerler ölmüştür.
Sonuçta eğitim zayiatı diyerek konuyu kapatmak çok zor olmasa gerek.
Güzel muhabbetler,
maçlar, ev iznine kaçmalar falan derken askerlik oldukça iyi gidiyordu. Ara
sıra gidip Boğaziçi'nin kuzey kısımlarında bulunan askeri bölgelerde atış yapıyorduk.
Kullandığımız M1 tüfekler ikinci dünya savaşından kalmaydı. Amerikan yapımı ve
dünyadaki ilk yarı otomatik tüfeklerdi. Tamamen tahta gövdeli ve inanılmaz
gürültü çıkarıyorlardı. Eğer şanslıysan kurşun nişan aldığın yönde gidiyordu.
Genelde ne kadar sıkı tutarsan tut kurşun hafif yön değiştiriyordu. Bu durum
artık tüfeklerin eskimesinden ve devamlı oradan oraya taşınmasından
kaynaklanıyordu. O kadar ilkel bir silah bile kolaylıkla insan öldürebilecek
kabiliyetteydi.
Ofiste daktilo başında
otururken, özellikle komutanlar başımızda değilken muhabbet oldukça artıyordu.
Komutanların rütbeli omuz apoletlerini takıp fotoğraf çektirmek, masa
telefonunu kullanmak, ayakları uzatıp takılmak, odada sigara, puro içmek hep
yaptığımız şeylerdi. Askerlik dedikleri gibi hem çok ciddi hem de çok
ciddiyetsiz bir şeydi.
Askerlikte geçen olağan
bir günün erken saatlerinde sağ tarafıma sanki bıçak batırılıyormuş gibi ağrı
ile uyandım. Çok önemsemedim ama gittikçe ağrım artıyordu. Ağrı kesici işe
yaramadı, her saniye o bıçak sanki vücuduma girip çıkıyordu. Kaldığımız
birliğin içinde sağlık birimi vardı. Sağlık birimi resmen küçük bir hastaneydi.
Çevre birliklerden hasta askerler buraya muayene olmaya hatta hastanede uzun
süreli yatılı tedaviye de geliyorlardı. Hemen oraya gittim. Doktor kadın bir
üst teğmendi. Bana son derece nazik davrandı. Hem doktorun kadın olması hem de
bana çok iyi davranması askeriyede fazla rastlanan bir durum değildi. Ağrımın
arttığını görünce beni ambulans ile Gülhane Askeri Tıp Akademisine sevketti.
Haydarpaşa oldukça uzakta, İstanbul trafiğini de hesaba katınca heyecanlı bir
yolculuk olacağı kesindi. Hayatımda ilk kez siren sesleri çıkaran bir ambulans
ile hastaneye doğru gidiyordum. Yanımda bana eşlik eden er bu durumu fırsat
bilip bir nevi hava almaya çıktığını düşünüyordu. Ambulans o kadar eski ve
bakımsızdı ki yolda en ufak bir tümsekte ben neredeyse ambulansın tavanına
kadar sıçrayıp tekrar yatağa düşüyordum. Bir an önce yolculuğun bitmesini
istiyordum, çünkü bu yolculuk insanda ne mide ne de iç organ bırakmıştı. Her
yerim altüst olmuştu, ağrıyı falan düşünmüyor, kusmamak için kendimi zor
tutuyordum.
Hastaneye kaldırılacak
kadar yoğun ağrı ikinci kez başıma geliyordu. Birincisi on yaşlarında iken yine
aynı sebepten olmuştu. Sağ tarafıma bıçak gibi batan ağrının sebebi hep o sağ
böbrekti. Taş, kum artık ne varsa üretip üretip duruyor, dayanılmaz ağrılara
sebep oluyordu. Bu böbrek senelerce bana sıkıntı vermeye devam etti, beni hiç
rahat bırakmadı. Askeri hastanede uzun süre muayene olmak için bekledikten
sonra sonunda doktorun yanına girmeyi başarmıştım. Bu arada ambulanstaki
hareketli yolculuk ve hastane bahçesindeki yürüyüş taşı yerinden oynatmış
olmalı ki ağrılarım azalmıştı. Doktor böbreğimde taş olduğunu falan söylemedi.
Yalnızca böbreğime iyi bakmadığım takdirde ciddi sıkıntılar çıkarabileceğini
söyledi o kadar. Kısa muayene sonrası tedavi için bir işlem yapılmadan tekrar
aynı ambulans ile birliğimize geri döndük. Bu sefer yol sanki çok daha kısa
gelmişti bana.
Hastaneye yaptığım
günübirlik seyahat askerliğimin ikinci perdesini açmıştı. İlk perde keyifli,
eğlenceli, muhabbetli, rahatken ikinci perde resmen korku imparatorluğuna
dönüştü. Hastaneden döndüğüm günün ertesi sabahında kahvaltıdan çıkarken hem
ilaçların etkisi hem de uykusuzluk yüzünden kapalı alanda ellerim cebimde
gidiyordum. Zaten kısa dönem olduğumuz için bize kıl olan astsubaylardan biri
ellerim cebimde diye bana vurma cesareti gösterdi. Yanımda arkadaşım ve
çevredekiler bu olaya şahit oldular. Ortalık karıştı, saçma sapan bir hal aldı.
Ağrılarıma mı üzüleyim, yaşadıklarıma mı üzüleyim bilemedim. Bu yaşadığımla
beraber koğuşta gözlerimin önünde askerlerin dövülmesi, ranzada yatarken zorla
aşağı çekilip düşürülmeleri oldukça canımı sıkmıştı. Askere gideceklere söylenen
gördüğün olaylara karışma, bulaşma öğütleri benim için çok önem arzetmiyordu.
Haksızlık nerede olursa olsun müdahale etmek lazımdı.
Konu büyüyüp amiralin
bile kulağına gidince amiral beni odasına çağırttı. Olaylar gittikçe çığırından
çıkıyordu. Olayın ortasında ben olduğum için odasında beni haşlamaya başladı.
Bu arada yanımda duran binbaşıyı göstererek "Bak! Nasıl karşımda duruyor?"
dedi. Ben de "Nasıl duracağım ki?" dediğimde ortam iyice gerildi.
Amiral bir taraftan bana sataşan astsubaya "Ulan ne olay oluyorsa altından
hep sen çıkıyorsun" demeyi de ihmal etmiyordu. Gergin saçma sapan bir
ortamda en sonunda amiral bana "Görürsün bundan sonra askerliğin nasıl
geçecek, git yaşadıklarını askeri mahkemeye anlat" diyerek dışarı
çıkarttı. Yine de amirale karşı rütbesiz er görüşmesine göre son derece yumuşak
bir görüşmeydi. Amiralin sakin ve yapıcı kişiliği de bu duruma neden olmuştu.
Olacakları tahmin edemediğim için o ana kadar cennet gibi geçen askerlik bir
anda cehenneme dönmeye başlamıştı.
Askeri birliğin içinde
artık herkes beni tanımıştı. Olay dalga dalga yayılmış herkesin kulağına
gitmişti. Karşımdan gelen rütbelilere karşı önceden selam vermeyi çok
önemsemeyen ben mecburen acayip nizami bir şekilde selam vermeye başlamıştım.
En azından bu kuraldan bir gol yememeyi düşünüyordum. Görev yerimde
değiştirilip birliğin en sert komutanlarının birinin yanında çalışmaya
başlamıştım. Gece nöbetleri devam ettiği gibi her sabah Boğazın Avrupa
tarafından gelen işkampavyayı da karşılama zorunluluğum vardı. Sabah dörtte
yatıp altıda kalkmak oldukça zordu. Müfettiş görevi yapan bazı subaylar konu
hakkında bilgiler toplamaya başlamışlardı. Gözlerimin önünde dayak yiyen erler
korkudan seslerini bile çıkaramıyorlardı. Ön plana atılmanın ne kadar riskli
bir durum olduğunu anladım ama artık dönüş yoktu. Zaten bu durumdan dönüş
yaparsan kendimle çelişirdim, sonuna kadar mücadelemi verecektim. İfadeleri
alan subaylar ile akşam nöbette de karşılaşıyordum. Paranoyak bir şekilde bana
iftira atacaklarını, askerliğimin bitmeyeceğini düşünüyordum. O ortamda iki
subay bu er bize küfür etti, manevi değerlere hakaret etti diye bir tutanak
tutsalar değil askerliğimin bitmesi askeri hapishaneden bile çıkma şansım
yoktu. Ama zaman geçtikçe anladım ki adamların umurunda değildi. Onlara zarar
vermeyen yılan bin yaşasın durumu geçerliydi. Nöbette okumak için getirdiğim
orijinal Conan ciltlerini onlarla paylaşıyordum. Aynı ortamda nöbetlerimizin
bitmesini bekliyorduk.
Bu kadar yaygara sonucu
olay doğal olarak mahkemeye taşındı. Askeri mahkeme sivil hayat gibi değil çok
kısa sürede kendini hakim karşısında buluyorsun. Mahkemelik olduğum astsubay
ile aynı araçla Kasımpaşa'ya kadar gittik. Sanki aramızda olay geçmemiş gibi
şen şakrak gidiyoruz. Garip bir psikoloji. Aslında iki tarafta ciddi tedirgin,
o mesleğinde siciline kötü rapor işlenmesin derdinde, ben ise askerliğim
uzamasın, bir an önce bitsin problem çıkmasın derdindeyim.
Mahkemeyi yöneten kadın
hakimdi. Hem hastanede hem mahkemede kadın subaylara rastlamıştım. Mahkeme
salonu daracık, zorlasan beş altı kişi ancak içeri girebilecek kadardı. Oturmak
için dört beş tane sandalye vardı. Astsubayın oturmasına izin veren hakim benim
oturmama izin vermedi ve ayakta kalmamı söyledi. O zaman bir daha kısa dönem
erin mahkemede yedek subay yargılanır, yok şöyle olur böyle olur dediklerini
hatırladım. Hepsi hikayeyeydi. Mahkeme koşullarında bal gibi gördüm işte.
Olanları ifade verenler kendi menfaati doğrultusunda kısaca anlattı. Haklı
olduğumu bilsem de elimden bir şey gelmiyordu. Şahitlik yapacak kişiler
doğruları söylese başına gelecekleri çok net biliyordu. O yüzden ifade
verenlere kızamadım. Sivil hayatta olsa belki durum değişirdi ama askeri
koşullarda çok kolay bir durum değildi.
Mahkeme sonrası yine aynı
grup olarak birliğimize geri döndük. O an için çıkan bir sonuç yoktu. Artık
mahkemenin vereceği kararı bekleyecektir. Zorlaştırılmış askerlik koşullarıma
tekrar geri dönmüştüm. Neyse ki geriye kalan zaman gittikçe azalıyordu.
Askerlerin kullandığı küçük siyah defterlerde kalan günü gösteren tablolar
vardı. 550 günden başlayıp sıfıra doğru gidiyordu. Erler arasında birbirleri
arasında yapılan konuşmalarda hep "şafak kaç?" denir. Bu defterler
ile kaç gün kaldığını çok rahat takip edebiliyorlardı. Hele il plakalarına
gelindiğinde keyifler daha da çoğalıyordu. 45 Manisa, 44 Malatya, 43 Kütahya...
diye gidiyordu. Askerlikte olduğu gibi geriye doğru sayımlar insan hayatında
hep oluyor. Okulda, askerde, iş hayatında, emeklilikte, çocukların
büyümesinde... Aslında bu sayım hayatı sona doğru götüren bir şey. İnsan olarak
anı yaşayabilmek için bu tür beklentileri en aza indirmek gerekli. Hayat zaten
bir gün mutlaka sona erecek. Bunun için hızlı adımlar ile koşmanın bir anlamı
yok.
İstanbul'da havalar iyice
soğumaya başlamıştı. Askerliğimizin sonu yaklaştığı için bize kışlık elbiseler
bile verilmemişti. Kasım ayında kısa kollu denizci elbiseleri ile geziyorduk.
Kısa kollu olduğu gibi kumaşı da incecikti. Yazıcı olduğum için askerliği biten
erlerin tezkerelerini daktiloda ben yazıyordum. İzin kullananlar, kafa izni
alanlar, rapor alanlar hep bir ay, 15 gün önceden gitmeye başladılar. Hemen
hemen herkes bu tür imkanlar ile tezkerelerini almışlardı. Heveslendim, bir an
önce kurtulayım diye gidip komutan ile konuştum. İmalı bir şekilde mahkemenin
devam ettiğini ve izin falan kullanamayacağımı söyledi. Hatta dur bakalım zamanın
geldiğinde çıkabilecek misin? diye de tehdit bile etti. Bir an buradan hiç
kurtulamayacağımı düşündüm. Çevremde kimse kalmamıştı. Herkes tezkeresini alıp
evlerine dönmüştü. Mecburen teskereyi hak ettiğim günü beklemeye başladım. O
gün ofise gelince sabah gidip ilk işim tezkeremi daktiloda yazmak oldu.
Yazdığım tezkereyi komutana onaylaması için sundum. Beni fazla bekletmeden
imzayı attı, zaten yeteri kadar beklemiştim. Öğlene doğru Anadolu Kavağında
birliğin kapısından çıkmıştım. Üzerimde denizci kıyafetleri ve elimde tezkere
ile hızlı bir şekilde arkama bakmadan söylene söylene uzaklaştım. Süren
mahkemenin gölgesinde artık sivil hayata yeniden merhaba demiştim. Eve gidip
şöyle bir uzandım. Belirlediğim hedefleri yapmamda engel olan büyük bir
sorumluluk artık bitmişti. Resmen hayatımda yeni bir defter açacaktım.
Senelerdir okuduğum okullar bitmiş, askerlik bitmiş kuş gibi özgür olarak
kurumsal hayata yine pike yapacaktım. Kafamda kurumsal hayat dışında düşündüğüm
bir alternatif, kendi işimi yapmak gibi bir düşüncem yoktu. Kurumsal hayat hala
koruyucu olarak en güvenli seçenekti, ayrıca yeni donanımlarım ve üzerimdeki
yüklerin kalkması ile daha da güçlenmiştim.
Özgür hayat kıymeti
bilinecek bir nimetti. Artık bunu doya doya yaşamayı planlıyordum. Kafamı
meşgul eden bir şey kalmamış, bunu yeni bir iş ile taçlandırıp parasal konuları
da çözme planındaydım. Şu ana kadar hedeflediğim yazılı planlarımı uygulamış ve
başarmıştım. Hedefleri tutturmak için hedefi net bir şekilde yazmak ve bitirme
zamanını koymak çok önemli. Bunlar işin en temel kısmı, altını doldurmak çok
daha kolay. Tabii somut olarak bu hedefleri istediğin kadar yaz, çiz, zaman
koy, asıl hedefi tutturacak şey bunu yapacağına inanmak.